Mardin Türkiye’ye ne söylüyor?
- GİRİŞ14.03.2012 09:11
- GÜNCELLEME14.03.2012 09:11
Güneydoğu’nun önemli şehirlerinden Mardin, hüzün kokuyor. Bir tepeye yaslanmış halde inşa edilen şehrin dar ve dik sokakları, adına eski denilen bir medeniyetin hazan mevsiminden kalma estetiğinin gün be gün yeni medeniyetsizliğin çirkinliğine, yenilişine şahit oluyor. Hüznü davet eden bu hali, en çok dar bir sokakta, kesme beyaz taşlardan yapılmış, pencere taşlarında bile işlemelerin nakşedildiği bir ev ile onun karşısındaki betonarme apartman bozuntusunun tezadında görmek mümkün. Bu tezat, bir kopuşun, köksüzleşmenin çelişkilerle dolu hayatımızın hazin sembollerinden biri olmaya devam ediyor.
Mardin’de zaman hâlâ yavaş akıyor. Hayat, hâlâ kendi ritmini sürdürmekte inat ediyor; ama Mardin kalesinin hemen altındaki medresede, bütün klasik medreselerde var olan, basit bir oluktan akan suyun hayatı nasıl simgelediğine sadece turistler şahit olabiliyor. Suyun çeşmeden çıkışı doğumu, coşkuyla ilk hazneye dökülüşü çocukluğu, daha sonraki geniş ve büyük havuz rahatlığı ve hareket yeteneğiyle gençliği, bir sonraki dar ve küçük hazne yaşlılığı ve suyun dar bir oluktan en büyük havuza dökülüşü berzah ve ruhlar âlemini simgeliyor.
Suyun en büyük havuzdan uçsuz bucaksız Mezopotamya düzlüklerine dökülüşü ise insanın nice adımlardan sonra sonsuzluk âlemine kavuşacağını anlatıyor. Ama ne tek gözlü bakışlarda ne tek boyutlu hayatlarda ne de nesnelerin hakikatinin arandığı yeni bilgi mecralarında bu incelikten eser yok artık!
Mardin’de yollarda hem Arapça hem Kürtçe hem de Türkçenin konuşulduğunu duyuyorsunuz. Bazen bu diller aynı kişinin ağzından birbirine karışarak geliyor kulağınıza. Bize soğuk meşrubat ikram eden yaşlı esnafın, sorumuz üzerine verdiği şu cevabını daha anlamlı kılıyor bu farklılıkların birlikteliği: “Ben hem Türk’üm hem Kürt’üm hem Arap’ım.” Bu rahat ifade, içtiğimiz meyve suyundan daha fazla serinletiyor içimizi. Farklılıkların ne üstünü ne de altını çizmek yerine, onları bütünün parçaları kılabilmenin en sağduyulu anlatımı. Nice devletlinin, nice aydının hayalinin bile yetişemeyeceği yüksek bir mertebe!
Mardin’den sonra uğradığımız Midyat, Süryanilerin terör yüzünden önce yurtdışına göç etmek zorunda kalışı, yenilerde yeniden dönmeleri ve halen faaliyette olan tarihî manastırlarıyla ilginç bir resim çiziyor. Mardin’de farklı etnik unsurların yakın geçmişe kadar ahenkle birlikte yaşamış olması gibi, Midyat da dinî farklılıklara rağmen insanların huzurla birlikte olabildiği yerlerdendi. Bugün, sadece yaşlılar dönüyor eski vatanlarına. Gençler, dönmemekte ısrar ediyormuş. Süryani vatandaşlarda, alttan alta bir tedirginliğin ve endişenin hüküm sürdüğünü söylemek, herhâlde yanlış olmaz.
İlginçtir, gerek etnik gerekse dinî farklılıklar hep ırkçı milliyetçilik ve zorbalık dönemlerinde bir tehdit ve problem olarak görüldü. Sanıldığının aksine, dinî çeşitlilikten korkuyu dinî hassasiyetler değil, milliyetçi müdahaleler doğurdu. Bu milliyetçi bakış, zorbalıkla birleştiğinde acı sonuçlar çıktı ortaya. Bu açıdan, Midyat’taki manastırların büyük restorasyonlarının özgürlük dönemlerine, mesela 1950’li yıllara rastlaması çok anlamlı.
Yüzyıllar; hatta binyıllardır kubbeli yapıların inşasının ve ayakta kalışının sırrı kilit taşı, bu coğrafyadaki etnik ve dinî çeşitliliğin nasıl huzurla korunabileceğinin ipucunu veriyor bize. Kubbeli yapılarda, bazen hiç çimento veya benzeri bir madde kullanılmadan, merkeze kadar iskelelerin yardımıyla taşlar yerleştirilir ve en sonunda tam ortaya, merkeze, kilit taşı yerleştirildikten sonra iskele kaldırılır ve yüzyıllarca ayakta kalabilen kubbenin yapımı tamamlanırdı. Kilit taşı, bütün kubbenin dağılmasını önleyen kilit bir görev ifa ederdi ve hâlâ ediyor.
Bugün, toplumsal hayatta kubbemiz tepemize çökmüşse onu yeniden inşa etmeye çalışmak kadar kilit taşını yerli yerine koymak da önem taşıyor. Kubbedeki taşlardan bir taşken ve merkezde değil kenarda bir yerde olması gerekirken alelâde bir taşın bütünü muhafaza edecek ve ayakta tutacak kilit taşı olarak görülmesi, kubbenin yıkılmasının en esaslı nedeni. Bu yanlıştan er geç dönmemiz gerekiyor. Diyarbekir’in, Mardin’in, Siirt’in, vs. yüksek yerlerine “Ne mutlu Türk’üm diyene” yazarak ne yazık ki bütünlük ve huzur sağlanamıyor; tam tersine farklı unsurlar tahrik ediliyor. Âdeta “Bu kubbede işiniz yok, gidin kendi küçük kubbenizi kurun!” kışkırtıcı mesajı veriliyor.
O halde, kaybettiğimiz ya da unuttuğumuz kilit taşını yeniden keşfetme zamanımız geldi. O kilit taşı ise çok eskilerde değil, Avrupa’dan ithal edilen unsuriyetçilik ve milliyetçilik dalgasına kadar kubbemizi ayakta tutan şeyden, yani İslam milliyetinden başkası değil!
Murat Çiftkaya - Haber 7
ciftkaya@yahoo.com
www.muratciftkaya.net
Yorumlar2