Ulus-devlet neyimiz olur?
- GİRİŞ20.09.2012 09:19
- GÜNCELLEME20.09.2012 16:32
Nietzche modern dünyada Tanrı tasavvurunun öldüğünü ilân eden çılgın bir tellâlsa, Hegel modern insanın semavî dinlerin tarif ettiği Tanrı'yı yeryüzünde devlet suretinde nasıl inşa ettiğini hikâye eden idealist bir anlatıcıydı.
Hegel'e göre, devlet, tanrının yeryüzünde ete-kemiğe bürünmüş haliydi. O yüzden de, Tanrı'ya ait olması gereken vasıfları taşıyordu veya taşımalıydı: mutlak, mükemmel, otoriter ve bireyin üzerinde. Devlet, kendi çıkarları için, vatandaşlarının feda edilmesini talep edebilirdi. Birey için böyle bir talep karşısında itaat etmekten başka bir yol düşünülemezdi, zira devlet bizatihî bir amaçtı. Devlet, bağımsız, kendiyle kaim, üstün bir organizmaydı ve kendine ait bir amaç ve iradesi vardı. Böyle bir devlette devletin bireylere karşı görevlerinden değil taleplerinden, veya bireyin devlete karşı haklarından değil görevlerinden söz edilebilirdi ancak. Bu totaliter devlet tasavvuru, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında en somut örneğini ulus-devletin inşasında buldu.
Ikinci Dünya Savaşından sonra çözülmeye yüz tutsa da, dünyada hâkim yönetim sistemi hâlâ ulus-devlet. Bu devlet tarzına hâlâ ancak semavî dinlerin tarif ettiği Tanrı'ya yakışacak vasıflar atfediliyor. Doğumundan ölümüne, eğitiminden evlenmesine dek bireyin hayatındaki hemen her alanı kuşatma iddiasında. Kendi kutsallığını kendi inşa ediyor ve meselâ vergilendirilmiş kazancın kutsallığından bahsediyor. Mülküne giriş-çıkışı sıkı izinlere tâbi tutuyor, onun bilgisi haricinde mülkünden çıkmaya çalışanları sert cezalara çarptırıyor. Özel günler ihdas ediyor, dinî ibadetlere benzer toplu merasimler düzenliyor... Daha önce dinlerin ifa ettiği ontolojik kimlikleri ise ulusçulukla ikame etmeye çalışıyor. Tanrısı devlet, dini ulusçuluk olan ve seküler ahlâkı öngören -kutsallığı kendinden menkul-“kutsal” bir kimlik... Hepsinden önemlisi, vatandaşlarından üstün bir sadakat istiyor; kendisini öylesine kutsallaştırıyor ki, bu sadakat her türlü başka bağlılığın önüne geçirebiliyor.
Ulus-devletin çıkış noktası ulus gibi görünse de, kuvvetli rivayetlere göre, “ulus” denilen kimliğin oluşumu aslında ulus-devletle gerçekleşti. Diğer bir deyişle, ulus-devletleri ortaya çıkaran uluslar değil, ulusları ortaya çıkaran ulus-devletler! Bu rivayete göre, her devlet kendi ulusunu inşa etti ve bu uğurda örgün eğitim kurumlarını, kitle iletişim araçlarını kullandı. Meselâ, kanunla zorunlu hale getirilen ilköğretim eğitiminin amacı, öncelikle ulus-devlete uygun “vatandaşlar üretmek” yani bireylerin zihinlerini sözkonusu zihniyete göre şekillendirmekti.
Ulus-devlet, “tek ulus, tek devlet, tek kültür” ve dolayısıyla “tek kültür” inşası projesiydi ve tektipleştirme onun en belirleyici özelliklerinden birisiydi. O kadar ki, kültürel, etnik ve hatta dinî farklılıklar ulus-devlet taraftarları için, semavî dinlerdeki “şirk” kavramına benzer bir tepkiye neden oluyordu. Bunlar kutsal addedilen yapıya yönelmiş tehditlerdi ve behemahal izale edilmeli ya da bastırılmalıydı!
Bugün özellikle bu coğrafyada devleti tanrılaştıran, daha hafif bir tabirle fetişleştiren bir zihniyet kol geziyor. Kimi her türlü saadetini ondan bildiği tanrısına yönelen en küçük bir “edepsizlik”e karşı veryansın ediyor; kimi ise kendi ulusunun devletini-yani seküler dininin tanrısını-kendisi inşa etmek istiyor. Zıt kutuplarda görünseler de, çatışan zihniyetler aslında asimetrik biçimde birbirine benziyor. Ikisi de “cahiliye asabiyesi”ni esas alıyor. Asabiyet-i cahiliye ise, Said Nursî'nin ifadesiyle, “birbirine tesanüt edip yardım eden gaflet, dalâlet, riyâ ve zulmetten mürekkep bir mâcun…” Ve “Bunun için milliyetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar.”
Ulusçuluk fikrine ve ulus-devlet kurgusuna beşiklik etmiş Avrupa, bu günahından nedamet edip, ulusçuluğun kustuğu dünya savaşlarının günahından temizlenmeye çalışırken, başka coğrafyalarda bu ideolojiyi ve yapıları teşvik ediyor.
Beri taraftan, sahte kutsalların, semavî dinlerin vazettiği gerçek kutsalın yerini tutamadığını, hele bu coğrafyada dinden bağımsız seküler bir ahlâkın mümkün olamayacağını, ulusçuluğun her yaş ve tabakadan insana ontolojik bir kimlik sağlayamadığını sosyal bilimciler itiraf ediyor…
Çok değil yüzelli yıl öncesine kadar üst kimliğini “Biz Müslümanız!” ifadesiyle çözüme kavuşturmuş insanlar bugün birbirleriyle ne yazık ki kavga ediyorlar. Rabbini hakkıyla bilen insanların yeryüzündeki fani şeylere tanrılık atfedemeyeceğini, adresini şaşırmış duyguların ve hassasiyetlerin gerçek mecralarına döndürülmesi gerektiğini unutuyorlar.
Biz kimiz?
Önce bu sorunun cevabını vermemiz gerekiyor. Cevabını ulusçuluk yönünde verenlerin, bu cevapla dışlayacakları insanların benzer bir tanımlamanın sonucu olan hak ve taleplerle meydana çıkmasına söyleyecek şeyi olabilir mi?
Empati, ilâhî rahmetten insana verilmiş, zulümlere girmeyi önleyebilen şefkatli bir nimet. Bugün en fazla şefkate ve empatiye ihtiyacımız var. Ulusçuluk veya ulus-devlet eksenli kavgaların sonucunun uzuvları birbirini düşman haline getirmekle sonuçlanacağını hatırlamaya ihtiyacımız var.
Sahi, Hz. İbrahim'e uzanan kökü semaya uzanan İslâm milliyetimizi yeniden keşfetmemizin ve ona sarılmamızın zamanı gelmedi mi?
Yorumlar2