Devletler de ölür

  • GİRİŞ27.09.2012 09:11
  • GÜNCELLEME27.09.2012 09:11

İNSAN, ÖLÜMLÜDÜR; ama ölümlülüğe razı değildir, sözüne, ideolojisi ve dünya görüşü ne olursa olsun herhalde kimse karşı çıkmaz. Fakat, iş “Ölümsüzlüğe nasıl ulaşılır? Fânilikten nasıl kurtulunur?” sorusuna geldiğinde görüş ayrılıkları kaçınılmaz oluyor. Çünkü, ölüm karşısında yardıma çağrılan, ölümsüzlük vermesi için sığınılan, huzurunda âcizliğin ilân edildiği rab, herkes için aynı değil.

Bu noktada esasen iki temel tutumdan söz edilebilir. İnsan ya Bâki bir Rabbi tanıyıp, Ondan gayri herşeyin üzerindeki ölümlülük damgasını görecek ve dolayısıyla da ölümsüzlüğü sadece ve sadece Ondan isteyecektir; ya da, Ona ve Onun vaadettiği ebedî âhirete gözünü yumup şu fâni âlemden sahte rabler edinip ölümsüzlüğün kaynağını onlar bilecek veya ölümsüzlüğe onlara nisbetle ulaşacağını düşünecektir. Dünya, bu ikinci tutumun örnekleriyle dolu.

Kimileri, “Belki birgün gelecek, bilim ölüme de çare bulacak” diyerek bilime sığınıyor, kimileri “Gelişmiş dondurma teknolojileri ile dondurularak saklansa, öldükten sonra yine bu dünyada dirilebilir miyiz?” umutlarına kapılıyor, kimileri de kendisini değilse bile isimlerini bâkileştirmek için sanata, edebiyata vs. başvuruyor.

Yanlış beka arayışlarının başka bir çıkmaz sokağında ise, devletlerin rableştirilmesi çıkıyor karşımıza. Nice insanlar sadece âlemlerin Rabbine mahsus olan beka sıfatını devletlerine yakıştırıp, sonra da fâni dünyada sahte bekalar uğruna nice zulümler işliyorlar. Belki bu zulümleri birkaç insan fiilen işliyor, ama çoğunluk da kalben bu zulümleri hoş gördükleri için onlar da zulme, bir şekilde katılmış oluyorlar. Fertlerin haklarını devletin bekası uğruna görmezden geliyorlar. Ama fena damgası, birkaç on yıl veya yüzyıl da sürse, herşey gibi bekası için çırpınılan devletin üstünde de görünüyor; o devlet ölüyor, geriye onun adına işlenen zulümler ve günahlar kalıyor.

Oysa, ölümlülük bir kanun gibi bütün yaratılmış şeyler için geçerli. Bu âlemde herşey doğuyor, büyüyor ve nihayet ölüyor. Bu kanunun istisnası yok. İlâhlık iddia eden Firavun ve Nemrud gibi hükümdarlar da geçip göçüyor bu dünyadan; sadece Allah'ın Bâki olduğunu ilân eden peygamberler ve evliyalar da. Ama önemli bir farkla: İlk grup kendilerinin ve diğer varlıkların fâni olduğu gerçeğine gözlerini yumuyor, bu yüzden de bekayı, Âlemlerin Rabbinde değil, başka yaratılmış ve fâni varlıklarda arıyorlar. Buna karşılık, başta enbiya ve evliya olmak üzere hakikat yolunun yolcuları, dünyanın üzerindeki fânilik damgasını görüp, yüzlerini Baki-i Zülcelâl'e çeviriyorlar.

Zamanında hiç yıkılmaz zannedilen, ebediyyen yaşayacağı düşünülen nice saltanatlar, nice devletler ve medeniyetler de bu dünyadan gelip geçiyor. Artık isimlerine sadece tarih kitaplarında rastlanan Sümerler, Etiler, Aztekler, Mayalar; Yunan ve Roma İmparatorlukları bugün yok artık; tarih mezarlığında defnedilmiş halde yatıyorlar. Müzeler ve arkeolojik kalıntılar ise onların bir anlamda mezar taşları.

Öte yandan, nice İslâm devleti de kuruldu ve vefat etti: Emeviler, Abbasiler, Memlûkler, Osmanlılar... Kısacası, bu dünya kimsenin “ebed müddet” kalacağı bir yer değil; ne fertlerin, ne de milletlerin ve devletlerin. Bu âlemde hiçbir şey, hiçbir saltanat, hiçbir devlet “ilelebed payidar” olamıyor. Herşey fâni; yalnızca O Baki. Ve insan da ancak o Baki-i Zülcelal'e nisbetle, Ona bağlanmakla, Ona kul olup emirlerine râm olmakla bekaya mazhar olabiliyor, sonsuzluğa ulaşabiliyor.

Son günlerde “dindar” gazetelerden ve kalemlerden “devletin bekası”yla ilgili çıkan yazılar bana böyle düşündürdü, bilmem siz ne dersiniz.

Murat Çiftkaya - Haber 7

ciftkaya@yahoo.com

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat