Ramazan neyi hatırlatmalı?
- GİRİŞ05.04.2022 11:17
- GÜNCELLEME05.04.2022 11:17
Ellerinde rengârenk balonlar, sancaklar ve dillerinde ilahilerle neşe içerisinde yürüyor çocuklar. İlk iftar topu atıldığında, sevinçle göğe bırakıyorlar ellerindeki balonları. Burası Saraybosna. Gözlerimizin önünde soykırıma uğramış bir halk olmalarına rağmen Bosnalılar, kin ve nefretle değil, umut ve sevgiyle yeniden ayağa kalkıyorlar. Onlar medeniyetimizin zarif yüzü.
Divriği Darüşşifası’nın kapısına nakşedilmiş taştan dantel nasıl bir incelik taşıyorsa, Avrupa’nın ortasında Müslüman kalmaya çalışan bu halk da Ramazan’ın ruhunu bize öyle bir incelikle taşıyor.
Bizi zaferlere ulaştıran şey kaba kuvvet, kıyıcı bir kan dökücülük değil, o temiz ruhtu. 1554’te Türkiye’ye gelen Avusturya Elçisi Busbecq şöyle diyor: “Türkler üstün meziyetlerin bir miras olarak babadan oğla geçtiğine inanmazlar. Bunlar kısmen Allah vergisi, kısmen de insanın kendi çabasının ürünüdür. Bu yüzden şan şöhret, yüksek mevkiler, liyakat ve maharetin mükâfatıdır. Tembel, pısırık ve kötü niyetliler için yükselmenin yolu kapalıdır. Türklerin giriştikleri her işte başarılı olmalarının sebebi bu olsa gerek”
Ordumuzun Viyana önlerine kadar geldiği, Kanuni’nin elinin tüm Avrupa üzerinde gezdiği kritik bir dönemde İstanbul’da görev yapan Busbecq’in kendileriyle ilgili yaptığı tahlil ise şöyle: “Ehliyet ve liyakatin bizde yeri yoktur. Bir mevkiye getirilecek kişide ehliyete bakılmaz, kimin neslinden geldiğine bakılır. Esiri bulunduğumuz eğlence, oburluk, hasislik, kin ve bencillik yüreğimizde öyle ağır bir yük ki, başımızı kaldırıp hakikati göremiyoruz. Ganimet için Hindistan’a göz diktik. Onları ezmek kolay. Üstelik tüm bunları dinin emirlerini bahane ederek yapıyoruz, oysa tek derdimiz para”
Avusturyalı elçiden tam üç yüz yıl sonra 1855’te Türkiye’ye gelen Lombardiya (İtalya) asıllı bir Fransız olan Jean Henri Ubicini’ye kulak verelim bu defa. O da bir elçilik kâtibi olarak gelmişti ülkemize. Aradan geçen 3 asra rağmen insanımızın karakterinde neredeyse hiçbir şeyin değişmediğini anlatır.
“İstanbul’da bir Ermeni’yle gezintiye çıkmıştım. Su içmek için bir çeşmeye yaklaştık. Bir hamal bize tasla su ikram etti. Ermeni teşekkür etmek için “inşallah sadrazam olursun” diye niyazda bulundu. Bizde olsa dalga geçtiği düşünülür kavga çıkardı. Oysa hamal büyük bir ciddiyetle karşılık verdi: Allah kerim!” Elbette Fransız kâtip bilemezdi bu ülke insanı için makamların üstünlük taslanacak yerler değil, sadece bir görev yeri olduğunu.
İstanbul Kapalıçarşı’dan bahsederken şu mukayeseyi yapar: “Bir Türk’ün dükkânının önünde Ermeni, Yahudi veya Rum meslektaşının yanı başında çömelmiş ciddi bir edayla oturduğunu görürsünüz. Öbür ikisi kurnaz gözlerle, çarşıdan geçenleri “Hey! Kaptan! Efendi!” gibi sözlerle bağırarak dükkânına çağırırken Türk sakince tesbihini çeker. Bir malın fiyatını sorsanız nezaketle ve isteksizce “elli-yüz para” diye cevap verir. Pazarlık etmek isteseniz cevap bile vermez. Buna karşın gayrimüslim tüccarlardan yüz para dedikleri malı altmışa, kırka hatta daha azına bile alabilirsiniz. Fakat Müslüman hakkından fazlasını istemez, komşusunu kıskanmaz. Ezan okunduğunda tezgâhını öylece Allah’a emanet edip gider. Döndüğünde her şey yerli yerindedir. Evlerin kapılarının basit bir sürgüyle kapatıldığı bu koca payitahtta yılda en fazla dört kez hırsızlık vakasına rastlanır.”
Bir fısıltı, sosyal medyada yapılan bir kara propaganda yüzünden marketlerdeki ayçiçeği yağı tenekelerini, üstelik fahiş fiyata yağmalayan bizden ne kadar uzak şeyler. Oysaki o insanlar babalarımızın dedeleriydi. Yani sadece dört nesil geçti aradan.
Bu Ramazan bize kaybettiklerimizi hatırlatmalı. Özgüvenimizi, ahlakımızı, kardeşimiz için istemeyi, hırs ve açgözlülüğün ne kadar çirkin olduğunu...
DİRİLİŞ POSTASI
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol