İmam Gazali; Beni Şam çağırıyor…
- GİRİŞ26.12.2024 09:08
- GÜNCELLEME27.12.2024 10:07
Suriye sevinçli, ülke ahalisi umutlu, Şam ise artık Özgür.
Emeviye Meydanı 61 yıldır giyinmekte olduğu esaret ve hüzün elbisesinden sevinç naralarıyla aklanıp paklanmaya çalışırken asırlara meydan okuyan Emevi Camii olabildiğince mağrur.
Suriye’nin son günlerde kuşandığı ışıltılı kostüm nedeniyle Başkent Şam ve Kasiyun Dağı, bütün dünyanın gündeminde olduğu gibi benim de ilgi alanım içinde. Henüz Şam’a gidemedim ama kaleme aldığım tarihi romanlar nedeniyle bu büyülü şehrin sokaklarında dolaşıp evlerinde misafir olmuşluğum var. Bunlardan birisi insanlığın ikinci öğretmeni Farabi’ye dair roman ki Bağdat’tan gelip ömrünün son yıllarını geçirdiği Şam’da Farabi’yle birlikte epey gezdim. İkincisi de “Akıl Kalbi Ararken” ve “Kalbin Şehrinde” adlı romanlarımda ele alıp sonra bunları “Müderris” adıyla birleştirdiğim İmam Gazali romanıdır ki bugünkü yazımın konusunu teşkil ediyor.
İmam Gazali Tus şehrinde doğup ilimde ulaştığı yüksek konum nedeniyle Büyük Selçuklu’nun Bilge Veziri Nizamülmülk tarafından o çağın en gözde eğitim kurumu olan Bağdat Nizamiye Medresesine 34 yaşında Baş müderris (Rektör) olarak atanmış İslam tefekkürünün zirve isimlerinden birisi.
İlmin ve şöhretin doruklarındayken çok şiddetli bir hakikat arayışına tutulan Gazali, bu uğurda makam-mevki, mal-mülk ve şan-şöhret dahil bütün biriktirdiklerini terk ederek o dönemin huzur ve gönül şehri Şam’a yönelir. Emevi Camii’nin batı yönündeki minarede itikafa çekilir. Burada makam-mevkinin kirlerinden arınmaya girişir, nefsle çetin bir hesaplaşmaya tutuşur, kendisine şöhret ve servet kazandırıp hakikat ülkesine yöneltmeyen kabuk ilimlerinin küllerinden yepyeni bir hisar kurmaya çalışır. Din ilimlerini ihya sürecine koyulur ve “İhyau Ulumu’d-Din” adlı muhteşem eserini işte burada kaleme almaya başlar.
“Kalbin Şehrinde” ve “Müderris” adlı romanlarımdan alıntıladığım ve zevkle okuyacağınızı tahmin ettiğim bu bölüm, İmam Gazali’nin hakikat arayışının sancılarına annelik edecek Şam’a dair beklentilerini, özlem ve izlenimlerini dile getirme denemesinden ibaret. Dileğim odur ki Suriye’nin aydınlık yarınları için yeni çalışmalara ilham vesilesi olsun…
“Sabahın mahmurluğunda beni alaca rüyalarımdan uyandırıp yüreğinin coşkunluğuna çağıran Şam, uzaktan görünmeye başlamıştı.
Okyanusumu altüst eden Şam…
Dipte uyuyanımı yüze getiren Şam…
Ve bütün hatıralarını silmiş süpürmüş olan yaralı gönlümün, yana yakıla billur yüreğinin çağıltısına aktığı Şam…
Hürriyetim neredeyse yüreğim de orada tütecekti şimdi.
Zira Şam, yıldızları hoyratça çalınmış gökyüzüme doğru kollarını açmış, kaybolan yıldızlarımı yeniden bulabilmem için beni kendisine çağırıyordu.
Böyle bir heyecanla gidiyordum Şam’a. Gözlerimi ileriye, en ileriye dikmiş, yollarına bakıyordum. Nihayet, Kasiyun Dağı’nın zirvesine vardığımda Şam’la yüzleştim. Yolculuğumun son demlerine yaklaştığım bu anda azıcık durup bekledim. Feyiz alacağım ve kaygılarımı gurbetine salacağım şehri, bu esrarengiz tepenin üzerinden alıcı gözlerle seyrediyordum.
Emevi Camii, bu mesafeden bile çok heybetli görünüyordu.
Bu efsunlu mabedi cazip ve yaşanılır kılan hakikatle ne çabuk yüzleşmiştim Allah’ım! Zira bu kadim Cami, bütün şehri kendi etrafına toplamış ve merhamet kanatlarını açarak cümle Şam’ın üzerine germişti.
Duvarlarını Hz. Hud’un yaptığı ve içinde kılınan namazın bereketinin yürekten taşıp seller gibi aktığı Emevi Cami tam karşımdaydı. Bana uzaktan el sallıyordu. Şam’ın ortasına sultanlar gibi otağ kurmuş, dikdörtgen yapısı ve üç minaresiyle ummana açılmış bir masal gemisi gibi umutlarıma ışık emziriyordu. Ne çabuk ısınmıştım ona ve ne tez dost olmuştum onunla.
Emevi Camii, Hz. Hüseyin’in mübarek başını ve Hz. Yahya’nın ebedi emanetlerini saklıyorum, diye gururlanıyordu sanki. Ellerini hayallerime uzatarak “güllerin bin yıllık mezarı bende gizli” diye haykırıyordu uzaktan.
Beni çağırıyordu bu heybetli camii. Elini kalbinin tam ortasına koymuş, beni bekliyordu. Güneşin doğuşunu her sabah birlikte selamlayalım, diyordu ve zamanın akışını beraber durduralım. Yangın sonrasına dönen yüreklerimizin yaralarını beraber saralım, diye sesleniyordu uzaktan bana.
Seni en tenha, en ışıklı ve en dingin köşelerimde misafir edeceğim diye çağırıyordu beni.
İşte bu kutlu sese yönelmiştim hiç susmayası.
Onun ışıltılı cazibesine kapılmıştım hiç pusmayası.
Ruhum kabarmıştı. Bu yüksek tepeden masmavi bir denize dalar gibi indim şehre. Beni bu derece büyük bir sevda ve aşkla çağıran yere doludizgin gidiyordum. Hangi caddeden yürüsem ve hangi dar sokaktan geçsem Hz. İsa Peygamberin esrarıyla sürmelenmiş ve onun nefesiyle aharlanmış bu caminin beni karşılayacağını biliyordum.
Nitekim onu az sonra karşıma dikilmiş bana nazar ederken buldum.
Alnının ve kapılarının üzerine cennetin resimleri çiziliydi. Yan yana sıralanmış güçlü ayaklarıyla hayata sımsıkı tutunmuş bir hali vardı. Yüreğinin duvarlarındaki birbirini takip eden sayısız pencereden bana bakıyor, can yakıcı renklerle bezenmiş gözleriyle beni süzüyor, süzüyordu.
Emevi Camii’nin önündeydim.
Yanan ruhumun külleri dökülüyordu üzerimden. Ve ben oracıkta, kaybolduğum yılların hesabını, sessizliğin sesine veriyordum.
Öğle vakti yakındı. Hemen abdest hazırlıklarına giriştim. İnsanlar akın akın camiye geliyordu. Vazifelerimi tamamlayıp bu büyük mabedin etrafını gezdim. Caminin duvarlarından üzerime, bin yıllık sükûnet huzmeleri dökülüyordu sanki.
Hemen sonra ön avluya çıktım. Geldiğim yöne doğru uzun uzadıya baktım. Ezan okunuyordu ve ben o esnada buraya gelirken geçtiğim yollarda kalmış olan cümle ayak izlerimi silmekle meşguldüm.
Camiye girerken sanki cennete girer gibiydim.
Sevda kervanları gibi bütün her şeyimi geride bırakarak En Sevgili’ye adadığım muhacir bir yürekle eğildim rükûa ve aynı duygularla kapandım secdeye. Geride beni kendisine çeken ne bir bağ kalmıştı artık ne de bir iz. Bir sevgili vardı yüreğimin en tenhasında sakladığım ve bir de can çekişmeye hazırlanan ben. Kalan her şeyimi ama her şeyimi söküp atıvermiştim ruhumdan. Artık sular gibi durgun olabilmenin derdine sevdalanmıştım. Yüreğimin göçmen kuşları Emevi Camii’nin muhteşem kubbesine yuva kurmuş, mutluluğun gönül haresi gelip muzdarip başıma taç olmuştu. Epey bir süre içeride kaldım.
Camiden çıkarken tüy gibi hafiflediğimi hissettim. Avluda dolanıyor, yüreğimin fısıltılarını dinlemeye çalışıyordum. Zaman sıfırlanmıştı adeta ve ben sükûnetin ipeksi kalbine dokunmuştum.
Sanki bir rüyadaydım hiç tükenmeyesi…”
Mürsel Gündoğdu/Haber7
Yorumlar11