Tasavvuf ahlakı güzelleştirme çabasıdır

  • GİRİŞ28.05.2024 08:37
  • GÜNCELLEME29.05.2024 09:16

Hz. Peygamber sallahu aleyhivesellem ölçülü bir zühd hayatı yaşadı; çevresindekileri de bu hayata özendirdi. Ebû Hüreyre radiyallahu anh Hz. Peygamber’in sallahu aleyhivesellem “arpa ekmeğiyle karnını doyurmadan bu dünyadan göçtüğünü” anlatırdı. İslam’ın ahiret inancına göre dünya sınav yeridir ve geçicidir; asıl ve ebedî hayat, ölüm sonrasında başlayacaktır. Bu nedenle dünya hayatının fâni hazlarının ihtiyaçtan fazlasına önem vermek anlamsızdı.

Kur’an ve Hz. Peygamber’in sünnetindeki inanan ve hayırlı işler (a‘mâl-i sâliha) yapanların âhirette nâil olacakları mutluluğa ilişkin müjdeler  ve kötülük işleyenlerin uğrayacakları bedbahtlık hakkındaki açıklamaları, Müslümanlarda kulluk duyarlılığına; dinî hayatta canlılık ve hızlılığa; ahlâkî bilincin gelişmesine yol açtı.

GÜZEL AHLAKLA İMANDA KEMAL ARAYIŞI

Hz. Peygamber sallahu aleyhivesellemin irtihalinden sonra, özellikle Emevîler döneminde baş gösteren iç savaşlar, siyasî gruplar arasındaki çekişmeler, bazı yöneticilerin haksız tasarrufları hayatta olan sahabeleri rahatsız etti. Asr-ı Saâdet’teki takvâ, zühd, tevekkül, kanaatkârlık, fedakârlık gibi ahlâkî erdemlere dayalı hayat anlayışının yerini servet, debdebe ve gösteriş tutkuları almaya başlamıştı. Bu olumsuz gelişmeler, başta Ebû Zer el-Gıfârî, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, Abdullah b. Mes‘ûd, Selmân-ı Fârisî, Huzeyfe b. Yemân ve Ebü’d-Derdâ gibi sahâbîler olmak üzere, zâhidâne bir ahlâka eğilimli olanlar arasında ciddi hoşnutsuzluklara yol açtı.

İbn Haldûn’a göre zühde yönelme çizgisi, hicri II. Yüzyıldan itibaren sûfiyye ve mutasavvıfe diye anılmaya başladı. Zühd kelimesi ise “dünyadan yüz çevirme”, “halktan uzak durmak” ve “ibadete ağırlık verme” anlamında ve belli bir kesimin hayat üslûbunu ifade etmek üzere ilk defa Hasan-ı Basrî tarafından kullanıldı. Bu sebeple genellikle Hasan-ı Basrî tasavvufun kurucusu sayılır.

Genellikle “Sünnî Tasavvufu” diye adlandırılan anlayışta olanlar Hz. Peygamber sallahu aleyhivesellemi en yüksek ahlâk örneği sayar ve onun ahlâkını en titiz bir şekilde uygulayanların sûfîler olduğunu belirtirler; onlara göre tasavvuf, sünneti ihya ve güzel ahlakla imanı kemale erdirme çabasıdır. Ayrıca Sünnî tasavvuf kaynaklarında, başta Hulefâ-yi Râşidîn olmak üzere, çoğu ehl-i Suffe’den olan birçok sahâbi, zühd ve tasavvuf yolunun öncüleri olarak gösterilir.

KALBİN AMELLERİ

Ehl-i sünnet çizgisini takip eden sufiler, bir yandan “kalbin amelleri” (a‘mâlü’l-kalb) denilen takvâ, vera‘, niyet, ihlâs gibi dinî - ahlâkî erdemlerin önemi üzerinde ısrarla durmakta, bu erdemleri ihmal ettikleri gerekçesiyle fukaha ve kelâmcılar gibi “zâhir âlimler”i şiddetle eleştirilmektedirler; diğer yandan da tasavvuf, dervişlik, melâmet gibi kisveler altında din ve ahlâk kanunlarıyla bunların uygulamalarını (a‘mâl-i cevârih) hafife alan sözde sûfîlere de (müstasvife) ağır eleştiriler yöneltilmişlerdir.

Hemen bütün Sünnî alimler, eserlerinde tasavvuf kavramının tanımında ahlâkla ilişkisini vurgulamışlardır; “tasavvuf, ne birtakım merasimler ne de bir bilgi yığınıdır; aksine tasavvuf yalnızca ahlâktır.” demişlerdir. Tasavvufun hürriyet, fütüvvet, dünya gailelerinden sıyrılmak ve cömertlik erdemlerinden ibaret olduğu savunula gelmiştir.

Nitekim Hasan-ı Basrî, takvâ ehlinin doğru sözlülük, ahde bağlılık, sıla-i rahim, yoksullara merhamet, gurur ve kibirden arınmışlık, insanlarla iyi geçinme, güzel huy gibi ahlâkî faziletlerle tanınabileceğini belirtmiştir. Sünnî tasavvuf literatürünün en gelişmiş örneklerinden olan Sühreverdî’nin ʿAvârifü’l Maʿârif’inde de (s. 151) sûfîlerin başlıca ahlâkî erdemleri tamamen geleneksel İslâm ahlâkı ölçüleri içinde sıralanmıştır.

Bütün büyük sûfîler, tasavvufun bir hal ve bir yaşama tarzı olduğunu belirtirler. Buna göre Kur’an ve Sünnet’ten kaynaklanan bir yaklaşımla zühd, takvâ, fakr, tevekkül, rızâ gibi ilkeleri (makamlar) benimseyerek dünyevî nimet ve imkânlar karşısında ihtiyatlı bir tavır takınmışlardır.

ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK

Ancak Kur’an ve Sünnet, dünyevî imkânlara esir olmak yerine bunları belirlenmiş prensipler çerçevesinde Allah rızâsı ve insanların mutluluğu için kullanmayı öngörürken, bu müsbet yaklaşım tasavvuf ahlâkında giderek, dünyaya bağlılığın ruhun alçalmasına yol açtığı, şu halde ebedî kurtuluş için bu bağları koparmak, kısaca “ölmeden önce ölmek” gerektiği şeklinde olumsuz bir anlayışa dönüştürüldü.

Bu anlayışa göre sûfî “ânı değerlendiren (ibnülvakt) kişidir; yarın kaygısı taşıyanın kalbinde hikmet bulunmaz” (Kuşeyrî, s. 180). Abdülkādir-i Geylânî de Allah’ın kendisi için yoksulluğu uygun gördüğü kişinin zengin olmak istemesini, Allah’ın tercihinden hoşlanmamak şeklinde yorumlamaktadır. Bu şekildeki bir tevekkül anlayışının sonucu olarak Hücvîrî şöyle der: “Kısmetini zorlama; çünkü ezelî taksim zorlamakla değişmez”.

Gazzâlî’ye göre fakrın en yüksek derecesi, kişinin dünya malından nefret ettiği, şerrinden ve meşguliyetinden kaygılandığı için mal sahibi olmaktan kaçınmasıdır. Gazzâlî bu anlayışta olan kişiyi zâhid saymaktadır (İḥyâ, c.IV, s.190).

Ne var ki Gazzali tevekkülü, tedbir ve çalışmayı bırakarak “atılmış bir hırka veya hasır üzerinde bir et yığını” gibi kalmak şeklinde anlayanları da cahillikle suçlamaktadır (İḥyâ, IV, s.248). Ayrıca hiçbir büyük mutasavvıf dilenmeyi veya malından dolayı zengine eğilmeyi hoş karşılamamıştır. Tasavvufta esas olan kendine yetmek, çalışıp ihtiyaçlarını karşılamak, insanlara yük olmamaktır; hatta ihtiyaçları asgariye indirip  tasarruf yaparak infak etmektir.

Bütün tasavvufî eğilimler, bu hayatın dışında gördükleri Müslümanları zâhir ehli, rüsûm ehli veya avam saymışlardır, kendilerine de “havas” demişlerdir.  Nefislerini terbiye etmek ve yüksek mertebeler kazanmak gayesiyle dağlara, mağaralara, kırlara veya çöllere çekilenler olmuş ama bunlar eleştirilmiştir.

Özellikle servet ve mevki sahiplerinden uzak durmak, tasavvuf ahlâkının başta gelen kurallarındandır. Fudayl b. İyâz, devlet adamlarıyla yakınlık kurmaktan kaçınan kişinin gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçiren, hac ve umre yapan, Allah yolunda savaşan, bunun yanında devlet ricâliyle de konuşan kişiden daha erdemli olduğunu söylemiştir.

Tasavvufun tamamen inzivâ hayatı olduğunu düşünmek yanlış olur. Nitekim birçok tasavvufî kaynakta toplum içinde yaşayarak insanların ıslahı için çaba göstermenin önemi üzerinde durulmuş, “âdâbü’s-suhbe”, “âdâbü’l-uhuvve” gibi başlıklar altında sosyal hayatın gerektirdiği ahlâk ve muaşeret kuralları, haklar ve sorumluluklar işlenmiştir.

Tasavvufun ileri gelenlerine göre hem dinin hem de aklın reddettiği bütün kötü huyların ve çirkin davranışların kaynağı nefistir. Tasavvuf ahlâkında çoğunlukla insanın mânevî benliğinin yüksek tarafını temsil eden ruh meleğe, nefis ise şeytana benzetilir. Bu yüzden ahlâkî fenalıklar ancak riyâzet ve mücâhedeye koyularak nefsin kötü eğilimlerini kırmak ve onu kötü huylardan arındırmak suretiyle önlenebilir.

Gazzâlî, “İnsan ihtiraslarıyla savaşır, nefsini bunların baskısından korur ve bu suretle meleklerin ahlâkına benzer huylar kazanırsa kalbi meleklerin evi haline gelir” demektedir (İḥyâ, c.III, s.27). Hücvîrî de nefsin isteklerine karşı koymayı bütün ibadetlerin başı ve ahlâkî çabaların en değerlisi saymıştır. Dolayısıyla bir hadiste belirtilen ölmeden önce ölmeyi, gücü kontrolsüz bırakmama, gücü ilimle güçlenmiş aklın emrine verme, tutkuların insan varlığı üzerindeki etkilerini azaltma, istikamet üzere yaşayarak ahlakı güzelleştirme, bilinçlenme ve  özgürleşme olarak anlamışlardır.

Tasavvuf ahlâkında nefse karşı verilmesi öngörülen bu savaş, bir nevi iradeyi hür kılma, insanın ahlâkî mükemmelliğe ulaşmasını ve Allah’a yakınlaşmasını önleyen bedenî ve dünyevî tutkuların bağımlılığından kurtulma mücadelesidir. Bu açıdan tasavvuf ahlâkında özgürlüğün büyük bir değeri vardır.

Mutasavvıflar, insanın bilincini işgal eden Allah’tan başka her şeyin özgürlüğü kısıtladığı ilkesinden hareketle cennet nimetlerini arzulamayı bile gerçek özgürlüğe aykırı görmüşlerdir (Kuşeyrî, s. 365). Kuşeyrî’ye göre özgürlük, kulun üzerinde Allah’tan başka hiçbir şeyin etkili olmamasıdır. Gerçek özgürlük, tam kulluktadır; kulluk, adam olmak, olgun insan olmak bilinçli ve özgür bir şekilde Allah’a itaattir.. İbrâhim b. Edhem ise özgürlüğü, ölmeden önce dünyadan çıkmak şeklinde açıklamıştır.

Tasavvuftaki “fakr makamı” özgürlüğü de kapsar; çünkü fakr, insanın hiçbir şeye sahip olmamasından öte, hiçbir şeyin insana sahip olamaması demektir. Buna göre özgürlük, felsefe ve kelâmda ele alındığı şekliyle ahlâkın hareket noktası değil gayesidir. Bu sebeple özgürlük ulaşılması zor bir makamdır.

GÜZEL AHLAK İMANIN KEMALİDİR

Felsefe teorik, tasavvuf pratiktir; bu yüzden filozof akıl ile sûfî de irade ile yol alır ve sonunda hem mârifete hem de özgürlüğe ulaşır.

Tasavvuf, kemal arayışıdır; istikamet üzere yaşamadır; düşünce ile eylemi ihlasla bütünleştirmedir; sadece Allah’ın rızasını amaç edinen davranışlar göstermedir; güzel ahlakı, ahlaki kemali, imanın kemali görme yoludur.

Kaynaklarda anlatılan tasavvufî anlayışa göre istikamet üzere yaşayan insanın iradesi daima Allah’ın iradesine bağımlıdır; emrine girerek İlahi İrade’yi şahsi irade haline getirme, O’na yaklaşmak için benliğini erdemlerle donatma, rezil niteliklerden temizleme, ahlakı güzelleştirme çabasıdır. Hatta bu açıdan sûfînin kendi iradesinden söz etmesi bile tasavvufî edeple bağdaşmaz; benlik iddiası olarak yorumlanır. Cüneyd-i Bağdâdî tevhidi “bütün yaratılmışların her türlü davranışlarının Allah’tan olduğunu bilmek” şeklinde tarif etmiştir.

Bilinç, tevhit düzeyine ulaşınca, insan sıdık, emanet, hikmet, iffet ve irşad erdemlerini benliğinde topladığından bütün kararları nitelikli olacak, Allahu teala ona rızasına ermeyi lütfedecektir.

Mutasavvuflara göre bir kimsenin malını sayıp dökerek 200 dirheme 5 dirhem hesabıyla zekât vermesi cömertlik değildir; asıl cömert, elinde ne varsa Allah yolunda harcadığı için zekât vermesine gerek kalmayan sûfîdir.

Yorumlar8

  • Eğitim 3 ay önce Şikayet Et
    Her ne kadar bir çok Arabın ismi anilsa da, İnsanın Kendini Terbiye etmesi, içten geoen eğitim, olgunlaşma, öğrenme,faydalı olma isteğiyle insanlık huzura erişir. Tasavuf da bu yollardan biri ama Onlardan uzak giderekde pek ala kendimizi egitebiliriz.
    Cevapla
  • Bulent 3 ay önce Şikayet Et
    Din düşmnlari tasaffun yunus emreleri mevlanalari hoca ahmet yesevi gibi güzide insanlarlari yetiştirdiğini bildikleri için tarikatlere ve tasaffuva saldirmaktadirlar,düşmanlik etmektedirler.
    Cevapla Toplam 1 beğeni
  • MUHAMMET ALİ ARSLAN 3 ay önce Şikayet Et
    tasavvufu uygulama şekline tarikat deniyor. tarikatlar tasavvufun yaşandığı yerlerdir. hani nerde
    Cevapla
  • Kaan 3 ay önce Şikayet Et
    Bitlis Nurşin'de
  • Fani 3 ay önce Şikayet Et
    Ararsanız bulursunuz. Bulanlar arayanlardır.
  • İlahiyatcı 3 ay önce Şikayet Et
    Hz.Peygamber usve-i hasane, ğuzel ornek, ideal insandir. Tasavvuf da yolundan gitme.. Toplum olarak taşları yerine koymak için bu yazılar ihtiyacimiz var..
    Cevapla Toplam 3 beğeni
  • Kaan 3 ay önce Şikayet Et
    Ellerinize sağlık Allah mürşidi kiramın makamını âli etsin bizleri de onlara samimiyetle tabi olanlardan eylesin
    Cevapla Toplam 7 beğeni
Daha fazla yorum görüntüle
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat