Bilinç, özgürlük ve ahlak

  • GİRİŞ01.06.2024 09:18
  • GÜNCELLEME04.06.2024 08:55

Ahlak ilminin bağlı olduğu önemli bir ilim dalı da kelamdır. Kelâm ilminde ele alınan ahlâk problemlerinin temelini, kader meselesiyle ilgili olmak üzere kulların fiilleri (ef‘âlü’l-ibâd) teşkil eder; kader ve ona bağlı olarak insanın irade ve ihtiyarı, adâlet, hüsün ve kubuh (hayır ve şer), salâh ve aslah gibi konular tartışılmaktadır; kötülük probleminde, iyiyi ve doğruyu belirleme noktasında aklın fonksiyonu,  irade ve özgürlük meselesinde ihtilaflar varlığını devam ettirmiştir. Daha çok fıkıhçı ve hadisçi olarak bilinen selef âlimleri, Allah’ın kudret ve iradesinin mutlaklığı ve sınırsızlığı ile insanın yükümlülük ve sorumluluğunu birlikte kabul ediyor, bu kabulün kaçınılmaz olarak doğuracağı ahlâkî açmaz üzerinde durmuyorlardı. 

Kader inancı karşısında insanın irade hürriyeti, yükümlülük ve sorumluluğu, ceza ve mükâfat gibi ahlâk felsefesinin başlıca problemlerini teşkil eden konular çevresinde ortaya atılan sorular, daha Asr-ı Saâdet’te tartışılmaya başlamışsa da Hz.Peygamber sallahu aleyhi vesellem, konunun aklî izaha elverişli olmadığını münasip bir dille anlatarak Müslümanları bu konuda tartışmaya girmekten menetmişti. Daha sonraki dinî, fikrî ve siyasî gelişmeler, yaklaşık olarak hicri II. (miladi VIII.) asrın başlarından itibaren konu ile ilgili tartışmaların sistemli bir şekilde başlamasına yol açtı. 

Öyle görünüyor ki, bazı Emevî yöneticileri haksız uygulamalara girişirken bu uygulamaların ilâhî takdirin bir gereği olduğunu ileri sürerek zulüm ve haksızlıklarını meşrulaştırmak istemiş ve bunun üzerine kader konusundaki selefî tavrın istismara elverişli bir şekil aldığı ve ahlâkî tehlike teşkil edebileceği farkedilmiştir. 

Bütün bu gelişmeler neticesinde, kader ve onun etrafında incelenen dinî ve ahlâkî problemler, Mu‘tezile, Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye’den ibaret dikkate değer üç mezhebin temel konuları arasında yer aldı. Ehl-i Sünnet kelâmcılarının ahlaka dair görüşleri, Müslümanların büyük çoğunluğunca kabul edilmiş; bu yüzden kaza ve kader Ehl-i Sünnet iman ilkeleri arasında yer almış, iyilik ve kötülüğün Allah’ın dilemesine bağlı bulunduğu, itikad ve ibadet gibi ahlâkî yükümlülüklerin kaynağının da dinî olduğu düşüncesi Müslümanlar arasında hâkim telakki ve yaygın anlayış haline gelmiştir.

MU’TEZİLE AKILCILIĞI

Mu‘tezile, Allah’ın ahlâkî kemalini daha çok hikmet terimiyle ifade eder. Buna göre hakîm olan, bir işi ancak bir gaye için yapar. Gayesiz yapılan iş boş ve anlamsızdır (sefeh ve abes). Allah’ın bütün fiilleri gayeli, dolayısıyla hikmetlidir. Ancak Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı, bu sebeple kendisi için herhangi bir gaye gütmeyeceğinden işlerinin gayesi sadece insanların faydasıdır. O’nun bütün işleri iyi, âdil ve hikmetlidir. Çünkü O kötülük yapmaz. Bu nedenle O’nun irade ve kudreti ancak insanların yararına olan işlere yöneliktir; dolayısıyla  insanlara ‘irade hürriyeti’ni, yani özgürlüğü tanımaktadır. Bu özgürlüğü tanımaksızın insanların bütün fiillerinin Allah’ın irade ve kudretine havale edilmesi halinde, Allah’ın hikmet ve adaletinin kusursuzluğundan söz edilemez. Sonuçta O’nun ahlâkî mükemmelliği ihlâl edilmiş olur. Ayrıca hiçbir seçme ve yapma özgürlüğü olmayan insanları aydınlatmak (irşad) için peygamberler gönderilmesinin, insanın dinî ve ahlâkî görevlerle yükümlü ve sorumlu tutulmasının, dolayısıyla da mükâfat ve cezanın (va‘d ve vaîd) bir anlamı kalmaz.

Adalet prensibi sadece insana özgürlüğü (irade hürriyeti) tanımayı gerekli kılmakla kalmaz, aynı zamanda onun, bu özgürlüğü iyilik yönünde kullanabilmesi için iyiyi kötüden ayırt etme yeteneği olan bilince (akıl gücüne) sahip olmasını da gerektirir. Mu‘tezile, bu konuya verdiği büyük önem dolayısıyla, İslâm kelâm tarihinin rasyonalist kesimi olarak tanınmıştır.

Mu‘tezile’ye göre görevin zorunluluğu ilkesi, iyi ve kötünün, dolayısıyla görevin bilinmesi yanında görevi yerine getirecek bir güce, bir kudrete sahip olmayı da gerekli kılar; “bir fiili yapma ya da terketme gücü” anlamına gelen istitâat, insanda fiile teşebbüs etmeden önce bulunur. Mu‘tezile, insanın hayır ve şerden birini gönüllü, bilinçli ve özgürce, yani hür iradesiyle seçme ve yapma yeteneğinde olduğunu savunmuştur.  

İMAM EŞ‘ARÎ’NİN TEPKİSİ

Eş‘arîler selef inancını sürdürerek hayırla birlikte şerrin de Allah tarafından yaratıldığını ittifakla kabul etmişlerdir. Bu nedenledir ki Eş‘arîler, insan iradesinin iyi ve kötü fiillerdeki rolü ve ahlâkî değerlerin izâfîliği meselelerinde Mu‘tezile’den ayrılmaktadır. 

İmam Eş‘arî’ye göre değerler, fiillerin değişmez nitelikleri değildir; iyi ve kötü, gerçekliği Allah’ın emir ve yasaklarıyla belirlenen kavramlardır; sadece insanlara nisbetle ve ancak emir ya da yasak şeklindeki bir hitaptan, vahiyle bildirilmesinden, yani görevin verilmesinden (vazifenin tevcih edilmesinden) sonra fiiller değer kazanır ve mükellefiyet tahakkuk eder. 

Bâkıllânî, aklın kendi başına bir fiilin iyi, kötü, sakıncalı, mubah veya vâcip olduğu konusunda hüküm verme gücünde olmadığını, bu hükümlerin aklın kararıyla değil, dinin (şer‘) açıklamasıyla tesbit edileceğini kesin bir dille ifade etmiştir. 

Eş‘arîlere göre ahlâkî güç diyebileceğimiz istitâat, Mu‘tezilî kelâmcıların zannettiği gibi insanda sürekli var olan bir nitelik değildir. İnsan bazan güçlü, bazan güçsüz olur; dolayısıyla istitâat, Allah’ın insanda fiili işlemekte olduğu anda ve ancak o fiili yapmaya elverişli olarak yarattığı, bu nedenle zıt değerde iki fiilden birini serbestçe kullanmaya elverişli olmayan bir kudrettir. Böyle olunca da insan ancak gücünü kullanabileceği fiili seçip yapabilir. 

Bâkıllânî kulun fiillerini Allah yaratmakla birlikte bunların bir kısmında kulun da kesbi vardır. Böylece bir fiil, biri yaratıcı, diğeri beşeri / hâdis olmak üzere iki kudretle bağlantılıdır.

DİN VE AKLIN BİRLEŞİMİ: MATURİDİLİK

İmam-ı Maturidi, İslam düşüncesine ve Kur'an'ın anlaşılmasına önemli katkılarda bulunmuş bir İslam alimidir; insan özgürlüğüne, akla ve ahlaka yaptığı vurgu son derece önemlidir. Maturidi’ye göre insan, eylemlerinin gerçek sahibi ve sorumlusudur. Bu gerçek, akılla, duyularla, Kur'an ayetleriyle ve Hz.Peygamber sallahu aleyhi vesellemin hadisleriyle açık  seçik olarak bilinmektedir. 

İmam Mâtürîdî, kulların fiilleri konusunu ele alırken hem Eş‘ariyye’nin birinci derecede önem verdiği Allah’ın irade ve kudretinin mutlaklığı hem de Mu‘tezile’nin ağırlık verdiği Allah’ın mutlak ve müteâl ahlâkî kemalini aynı derecede nazarı itibara aldı. 

Mâtürîdî, insanın bütün fiillerinin yaratıcısının Allah olduğunu kabul ederken, bu yaratmanın hikmetin dışına çıkmadığını belirtmektedir. Dolayısıyla Allah’ın fiillerinin hikmete uygun olması, Mu‘tezile’nin savunduğunun aksine, Allah için bir mecburiyet değildir. Nasıl ki tecrübî âlemde hikmetli iş yapan insanlar bunun zıddına kadirseler, aynı şekilde Allah da hikmetin zıddına kadirdir; fakat O, hikmetten sapmanın sebepleri olan “bilgisizlik” ve “ihtiyaç”tan münezzeh olduğu için hikmetin dışına çıkmaz. Allah’ın iradesinin insanların iyi ve kötü bütün fiillerine taalluk etmesi hikmete aykırı, dolayısıyla adaletsizlik sayılmaz. 

Fiiller, Allah’ın kudret ve iradesiyle var olmaktaysa da bu fiillerin iyilik ve kötülük niteliklerinden birini kazanması, insanı sorumlu duruma sokması ve müeyyideyi gerektirmesi, insanın bu fiile olan ahlâkî yaklaşımıyla ilgilidir. Buna göre, Eş‘ariyye’nin iddiasının aksine, fiillerin itaat, isyan, iyilik ve kötülük gibi ahlâkî nitelikler taşımaları ve emredilen veya yasaklanan, mükâfatlandırılan veya cezalandırılan olgular olmaları yönünden tamamıyla insana nisbet edilmesi gerekir. Çünkü “Allah’ın fiilleri hayır ve şer diye nitelendirilemez”. Şu halde fiiller, taşıdıkları ahlâkî nitelikler bakımından “Allah’ın kazâsı olamaz”. 

Allah, insanlara bazı görev ve sorumluluklar yüklemiş ve karşılığında ceza ve mükafat koymuştur. İş yapmak ve eylemde bulunabilmek için, eylem öncesinde ve eylem sırasında kulun kendisine güç verilmiştir. İnsanın eylemleri, ona verilen bu gücün ve yaratılmamış olan cüzi iradesinin sonucudur. Bu cüzi irade, insanın fiillerinin ve sorumlu olmasının temelidir. İnsan bilinçli ve özgür olarak, akıl ve iradeyle fiile yönelir; fiili özgür iradesiyle seçer ve sahip olduğu güçle yapar. Kulun iyi veya kötü bütün fiillerinin yaratılması ise Allah'ın kudretiyle olur. 

Dolayısıyla insan fiillerinde, insanın rolü ve Allah'ın kudreti olmak üzere iki yön söz konusudur. Fiile yönelmek, onu seçmek ve yapmak  insanın işidir. Bu fiilin yaratılması ise, her şeyin yaratıcısı Allah'a aittir. Bu yüzdendir ki yaratma yönünden  fiile etki eden güç Allah'a aittir. Yani gerçekte fiil; gerçekleşme (kesb) yönünden insana, yaratma yönünden Allah'a aittir. Fiildeki bu ortaklık, ayrı ayrı şeylere sahip olan ve sorumluluğu ortadan kaldırmayan  bir ortaklıktır.

İmam Mâtürîdî’ye göre, “yaratılmış kudret, zorunluluğun değil, hürriyetin sebebidir”. Bu kudretle insan, yine Eş‘ariyye’nin görüşünün aksine, zıt ahlâkî değerlere sahip fiillerden birini veya ötekini seçme ve yapma özgürlüğüne sahiptir. Ayrıca o, psikolojik olarak bu özgürlüğünün farkındadır. Dolayısıyla kazâ ve kader inancı, insanın kötülükleri için mazeret teşkil etmez. 

Eş‘arîler’in kesb terimine yükledikleri mâna ile Mâtürîdîler’inki arasında bâriz bir fark bulunmaktadır. Eş‘arîler’in anladığı mânadaki kesb, neredeyse irade ve ihtiyar muhtevasından yoksundur. Kesbi hürriyet (ihtiyar) ve yapma (fiil) ile aynı yahut yakın anlamda kullanan Mâtürîdîler, insanın fiile olan ahlâkî yaklaşımını belirleyen ihtiyar, kasıt ve azim gibi psikolojik âmilleri de dikkate alarak kesbe getirdikleri yorumla insana ahlâkî şahsiyetini tanımak açısından daha tutarlı bir yol takip etmişlerdir.

Maturidi'ye göre, ahlak bakımından eşyanın güzel ve çirkinliği, yararlı ve zararlı oluşu akılla genel olarak anlaşılabilir. Allah, hiçbir şeyi bütün yönleriyle zararlı, çirkin ve kötü olarak yaratmamıştır. Her şeyde mutlaka bir fayda, güzellik ve iyilik bulunmaktadır. Bir şeyin yasak ve haram kılınması, zarar ve kötü yönlerinin fazlalığından ve kulun fiili üzerinde olumsuz etki bırakmasındandır. 

Ancak akıl, bunları bütün yönleriyle ve ayrıntılarıyla belirleyemez. Derinlemesine araştırdıktan ve üzerinde düşündükten sonra veya bir peygamberin haberiyle bilebilir. Bu konuda vahyin (şeriatın) bildirmesi teyit ve tekiddir / pekiştirmedir. Şeriat da, bir şeyi iyi olduğu için emretmiş, kötü ve zararlı olduğu için yasaklamıştır. Din, bu konuda akılla birleşmektedir. 

Ayrıca ahlaki duygu insanın özünde  vardır, insan yaratılışı itibariyle bizatihi ahlaki bir varlıktır. Bir kısım şeylerin güzelliği, bir kısım şeylerin de çirkinliği akılda bedihi olarak kesin olduğu için, akıl bunları zorunlu olarak idrak eder, emreder ve yasaklar. Mesela; nimete şükretmenin doğruluğu ve adaletin güzelliği, nankörlüğün, zulmün ve yalanın çirkinliği böyledir. 

Yalnız aklın, karşılığında ahirette mükafat ve cezası olan yasa koyuculuk (haram ve helali koyma) yetkisi yoktur; bu yasa koyuculuk (şa’ri) yetkisi Allah'a aittir. 

Maturidi, fikri, inancı ve doğru bilgiyi eyleme öncelemektadir ve eylemi taklide değil sağlam bir bilgiye, sahih ilme dayandırmaktadır. Allah, insanı güç yetirebileceği şeylerle sorumlu tutar. Dolayısıyla insanlar, dinde güç yetiremeyeceği şeyle asla sorumlu tutulmazlar. Herhangi bir şeyle sorumlu tutulmanın öncelikli şartı, emredilen veya yasaklanan şeyin, insanın yerine getirebileceği türden olmasıdır. Buna göre, insanları güç yetiremeyeceği ibadet ve taatlerle veya yapamadığı şeylere karşılık daha ağırıyla cezalandırmak dinin sorumluluk mantığına aykırıdır. 

Allah insanlara her ne emretmişse, o vahiy yoluyla veya akla dayalı olarak anlaşılabilir. Bunu anlayamayacak düzeyde olan, ilahi emrin muhatabı olmaz. Bütün bu emirleri bilme yolları farklı farklıdır; ancak akıl ve akli deliller yoluyla bilinebilir.  

Maturidi; bu görüşlere, aklı ve vahyi birlikte değerlendirmesi sonucunda varmıştır. Ona göre akıl ve vahiy uyum içindedir. O, Kur'an'ı aklın ilkeleri doğrultusunda anlamış, aklı da Kur'an'ın rehberliğinde kullanmıştır. 

Mâtürîdîler, aynı ahlâkî düşünceyle, yükümlülüğün meşruiyet kazanabilmesi için iyi ve kötünün, dolayısıyla görevin bilinmesi ve görevi yerine getirmeye elverişli bir güce sahip olunması gerektiği konusunda Mu‘tezile’ye katılmışlardır. Mâtürîdî, insan aklının ahlâkî değerleri kavrayacak güçte yaratıldığını açıkça belirtmiştir. Güçsüz insanın yükümlü tutulmasını (teklîf-i mâ lâ yutâk) aklen saçma (fâsid) bulan Mâtürîdî, dinî ve ahlâkî fiillerin uhrevî müeyyideleri konusunda Mu‘tezile ile Eş‘ariyye arasında orta bir yol takip etmiştir. Mâtürîdî, küfür ve şirk dışındaki büyük ve küçük günahların cezalarının devamlı olmayacağı ve Allah’ın dilerse bunları bağışlamasının hikmete aykırı düşmediği görüşünde Eş‘ariyye’ye katılmış; cezanın ölçüsünün ihtiyarî değil, kötülüğe denk olmasının hikmetinin gereği olduğunu belirtirken de Mu‘tezile’nin adalet ve hikmet anlayışını benimsemiştir. 

Mustafa Yürekli / Haber7

Yorumlar2

  • Faruk T. 3 ay önce Şikayet Et
    İtikadı ve ilmi davranış mutezile,maturidi gibi ekollerde bazı farklılıklar göstermektedir belirttiğiniz gibi.Ama Allah'ın emir ve yasakları, özgür irade ve bunların yansımaları noktasında ordak akıl ve vahyin ışığında birleştikleri noktalar da vardır.Dogru ve ahlâkî davranış ( Kur'an ve sünnet çerçevesinde) tüm müslümanların ortak görüşü ve sorumluluğunda olmalıdır.Ama tekelinde değildi
    Cevapla
  • İyi Okur 3 ay önce Şikayet Et
    Ahlak düşüncesini ilimle temellendirmek önemli. Allah razı olsun.
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat