Cumhuriyet döneminde İslami ilimler eğitimi

  • GİRİŞ02.07.2024 09:51
  • GÜNCELLEME03.07.2024 14:08

Prof.Dr. Şerafettin Gölcük, Ülke Tv’de, pazar günleri saat 14:00'te yayınlanan “Yaşadığımız Günler”  belgeselinde hayatını anlatıyor. İlk bölümünde çocukluk ve Ödemiş’te geçen eğitim yıllarını, ikinci bölümde de Ankara ilahiyattaki öğrencilik yıllarını (1960 -64) bizzat kendisi anlattı.

Belgeselin ikinci bölümünde Prof.Dr. Şerafettin Gölcük hoca üniversite öğrenciliğini anlattı; yaşadıkları, Türkiye’deki yüksek din eğitimine, ilahiyat fakültelerindeki eğitime pencere açtığından üzerinde durmak gerekir.

ÜNİVERSİTE TARİHİ

Osmanlı’dan İstanbul Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi kalmıştı. Ankara’ya Atatürk Üniversitesi açılmıştı; koskoca ülkede üç üniversite vardı. Bu üç üniversiteye de Avrupa merkezli bilim anlayışı hakimdi.

1933 yılında Darulfünun İstanbul Üniversitesi olunca, İstanbul ilahiyat fakültesi ‘talebe rağbetsizliği’ gerekçesiyle kapatılmış. Bu yüzden Ankara ilahiyat da kapanmasın diyerek tıp fakültesinden, hukuk fakültesinden, mühendislik fakültelerinden ikinci, üçüncü sınıftaki Müslüman öğrenciler,  kayıtlarını, ilahiyata taşımışlar. Böyle fedakarlıklar varmış..

ANKARA İLAHİYAT FAKÜLTESİ

Oysa Ankara İlahiyat Fakültesi, toplumu modernleştirme amacıyla hazırlanmış bir sosyal mühendislik projesi: Ümmetten ulusa geçişi  kolaylaştırmak için, İslami ilimleri ihya etme amacıyla değil, oryantalist bakış açısıyla köküne kibrit suyu dökme amacıyla 1949 yılında kurulmuş bir fakülte.

Açılırken dönemin başbakanı Prof.Dr. Şemseddin Günaltay ‘İlahiyat fakültesini küşad ediyoruz, amma velakin orada fıkıh okutulmasına müsaade etmeyeceğiz!’ beyanında bulunmuş. Gerçekten de fıkıh okutulmamış; hukuk tarihi içinde ele alınan ‘İslam Hukuku’ adıyla üçüncü sınıfta iki saatlik ders konulmuş.

1950'de Adnan Menderes iktidara gelince, ilahiyat biraz canlanıyor; imam hatip okulları ve yüksek İslam enstitüleri açılıyor.

YÜKSEK İSLAM ENSTİTÜLERİ

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yüksek tahsil görmüş din görevlisine olan ihtiyacını, giderek sayıları artan İmam-Hatip okullarındaki meslek dersleri öğretmeni ve diğer okullara yeniden din bilgisi derslerinin konulmasıyla meydana gelen öğretmen açığını sadece Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nin karşılaması mümkün değildi.

1957-1958 öğretim yılı sonunda İmam-Hatip okulları ilk mezunlarını verdi. İstanbul’daki mezuniyet törenine katılan dönemin başbakanı Adnan Menderes, Millî Eğitim Bakanı Celâl Yardımcı’ya bu okul mezunları için bir dinî yüksek öğretim kurumunun açılması için tâlimat verdi. Şerafettin Gölcük, “İlahiyat bir tane. Niyet belli. Aydın din adamı diyorlar ya.. İmam Hatipler mezun veriyor, İlk Yüksek İslam Enstitüsü İstanbul’da, 1962’de Konya’da açılıyor. Enstitü’de okusun çocuklar, meslek dersi öğretmeni olsun, deniyor. Diyanette çalışır diyorlar.”  diye ifade ediyor dönemin anlayışını.

Yüksek İslâm Enstitüsü’nün 1961’de hazırlanan ilk yönetmeliğinde okulun tanımı ve görevi şu şekilde belirlenmiştir: “Yüksek İslâm Enstitüsü, İslâm dininin esaslarına sadık kalarak, müsbet ilmin ışığı altında İslâm ilimlerini ve bunlara yardımcı bilgileri öğreterek, İmam-Hatip okulları ile ilköğretmen okullarına ve diğer orta öğretim müesseselerine öğretmen yetiştirmek ve aynı okullardaki din dersleri öğretmenlerinin meslekî gelişmelerine yardım etmek amacıyla Millî Eğitim Bakanlığı’nca kurulmuş bir yüksek okuldur. Bu müessese Millî Eğitim Bakanlığı’nın ihtiyaçları dışında Diyanet İşleri Teşkilâtı’na müftü, vâiz vesaire gibi din elemanlarını yetiştirmekle de vazifelidir. Enstitü ayrıca, Türkiye’de İslâm ilimleri alanında araştırmalarda bulunmak ve araştırma neticelerini yurt ve dünya ilim âlemine sunmak amacıyla da görevlidir.”

İlk açılışından 1982 yılına kadar enstitülerden yaklaşık 9200 öğrenci mezun oldu. İmam-Hatip okullarına kız öğrenci alınmadığından Yüksek İslâm enstitülerine sadece erkek öğrenciler girebiliyordu.

İLAHİYAT EĞİTİMİ

Şerafettin Gölcük ilahiyatın 1960 yılında kayıt olan otuz sekiz öğrencisinden biriydi; her yıl kaydolan öğrenci sayısı yirmiyi geçmediğinden o yıl patlama olduğu söylenmişti.  Süleyman Ateş, Suat Yıldırım, Ünver Günay, Fikret Sönmez, Zahit Aksu, Hasan Seyyid Hanoğlu, Kemal Anlar ve Münir Koştaş Şerafettin Gölcük’ün sınıf arkadaşlarıydı.

İlahiyat Fakültesi’nin dekanı, Prof.Dr. Tahsin Banguoğlu. Altan Öymen’in babası  Hıfzırrahman Raşit Öymen, pedogoji hocası. Din psikolojisi hocası, Bedii Ziya Egemen ve Neda Armener. Din sosyolojisi hocası Mehmet Taplamacıoğlu. İlk çağ felsefesi hocası, Kamuran Birand. Dinler tarihi hocası Kamuran Birand.

Dinler tarihi hocası da Kemal Balkan; Dil Tarih’te Sümerolog. ‘Muhammed, Kur’an’ı Hamurabi Kanunlarından esinlenerek yazdı’ dermiş. Şerafettin Gölcük ‘Bunlar derste hiçbir şey vermezlerdi ama ilahiyata niye geldiniz der, gidecek yer bulamadınız mı diye sorarlardı’ diyor.

Birinci sınıfta İlkçağ felsefe Tarihi, Kamuran Birand. İkinci sınıf felsefe: Cavit Sunar. 3.-4. Sınıfta Hilmi Ziya Ülken. İstanbul’dan gelir girermiş derslere. Şerafettin Gölcük, ‘Otururdu, böyle bir şeyler okurdu, not tutardık biz de.’ diyor.

Lise mezunlarına göre hazırlanmış ilahiyat müfredatı. Elifbadan başlıyor. Şerafettin Gölcük, ‘Güya ilahiyata gittik, ama iki sene hiçbir şey okumadık. Çünkü hiçbir şey bilmeyenlere göre bir program hazırlamış. Benimse Arapçam var, donanımım var.’ diyor. Dört yıl boyunca tarih ve felsefe şubesinden daha fazla felsefe dersi okumuşlar. 3. ve 4. sınıfta bir de Sanat Tarihi diye bir ders konulmuş. Sanki mimar olacaklar! Sadece, Cemal Muhtar’ın derslerinde, Allah rahmet eylesin, biraz Arapçalarınıı ilerletmişler.

Bunun dışında 2.-3.-4. sınıflarda Tayyip Okiç ve asistanları İsmail Cerrahoğlu ile Talat Koçyiğit girmiş derslerine.   

YÜKSEK İSLAMLAR İLAHİYAT OLUYOR

Türkiye’de özellikle I. Dünya Savaşı ve sonrasıyla ülkenin ağır toplumsal, kültürel ve siyasal çalkantılardan geçtiği Cumhuriyet döneminin ilk otuz yılı boyunca din bilimleri ve din hizmetleri alanında derin boşluklar doğmuştu.

1946 yılından itibaren başlayan ve giderek gelişen demokratik ortamda halktan gelen ısrarlı talepler neticesinde bazı aydınların, devlet ve siyaset adamlarının da çabalarıyla din eğitimi ve öğretimi hususunda siyasî irade oluşmaya başlamış, 1950 seçimlerinin hemen ardından İmam-Hatip okulları, daha sonra Yüksek İslâm enstitülerinin açılmasıyla millî irade doğrultusunda din eğitimi ve öğretimi alanında yeni ve sistemli bir sürece girilmiştir.

1950’li ve 1960’lı yıllar Türkiye’sinde din bilimleri alanındaki yetersizliğe ve öğretim elemanı teminindeki güçlüklere rağmen Yüksek İslâm enstitüleri hizmet verdikleri yirmi üç yıl boyunca beklentilerin de ötesinde başarılı olmuştur. Gerek din eğitimi ve öğretiminde gerek din hizmetlerinde gerekse akademik alanda İslâm dininin temel kaynaklarına dayanan, İslâmiyet’in dinî ve kültürel birikimiyle bağını sürdüren, aynı zamanda çağdaş dünyanın bilimsel ve insanî değerlerini doğru kavrayıp değerlendiren bu yeni zihniyet sayesinde topluma yönelik din ve kültür hizmetlerinde önemli mesafeler katedilmiştir.

Türkiye’de ve yakın coğrafyasında din merkezli siyasal ve toplumsal oluşumların ve ideolojik çekişmelerin yoğun ilgi gördüğü bir dönemde Yüksek İslâm enstitüleri İslâm dininin öteden beri istikrarı ve itidali temsil eden Ehli Sünnet ana çizgisini, din hizmetinin gerektirdiği kucaklayıcı anlayışı koruyarak dinî araştırma, eğitim ve öğretim faaliyetlerini sürdürmüştür.

Yüksek İslâm enstitülerinin 1982’de İlâhiyat fakültelerine dönüşmesi esnasında ve sonraki yıllarda birçok yeni İlâhiyat Fakültesi’nin açılması sürecinde öğretim elemanı sıkıntısı çekilmemesinde enstitülerin sağladığı potansiyelin katkısı büyük olmuştur.

Prof.Dr. Şerafettin Gölcük, Fransa’da, Paris’teki Sorbonne Üniversitesinde doktora yapan, hem Avrupa’yı hem İslam alemini tanıyan bir akademisyen olarak Türkiyedeki yüksek din eğitimine katkıda bulunmuştur. Dekanlık döneminde Yüksek İslâm enstitülerinin İlâhiyat Fakültesi’ne dönüşümüne de destek vermiş; öğretim elemanlarının ilahiyat kadrolarına katılası konusunda özel çaba sarf etmiştir.

Yine Türkiye’de kökü dışarıda radikal dinî oluşumların tutunamaması, bu noktada sağduyulu bir toplumsal tavrın yerleşmiş olması ve Türkiye’nin İslâm ülkeleri arasında büyük itibar kazanmasında da Yüksek İslâm enstitüleri yanında enstitü mensuplarının akademik ve popüler düzeydeki yayınlarının da önemli rolünün bulunduğunu belirtmek gerekir.

  

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat