Türk laikliğinin üç boyutu
- GİRİŞ03.08.2024 10:26
- GÜNCELLEME06.08.2024 08:25
Kavimler Göçü ile başlayan Orta Çağ, İslam ülkelerinde ve Avrupa ülkelerinde farklı şekillerde yaşannmıştır.
Avrupa Orta Çağ'ı yaşarken, İslama alemi tarihin altın çağını yaşamaktaydı. Bu dönemin en ünlü filozof ve alimleri şu şekilde sıralanabilir: 1- İbn-i Sina 2- İbn-i Heysem 3- Cabir Bin Hayyan 4- İmam Gazali 5- Yakub Bin Tarık 6- İbn-i Rüşd. Farabi'nin kaleme aldığı İdeal Devlet ve İdeallerin Sayımı adlı eserle yabancı dillere çevrilerek Avrupa'da en çok okunan kitaplar arasında yer almıştır. Bunun dışında İbn-i Rüşd ile İmam Gazali arasında cereyan eden kelam - felsefe tartışması döneme damga vurmuştur. Kısaca Farabi, İbn Sina, İbn-i Rüşd ve Kindi gibi İslam filozofları hem İslam hem de Avrupa ülkelerinde etkili olmuştur.
Orta Çağ'ın Avrupa'daki yansımaları ise İslam ülkelerinden çok daha farklı olmuştur. Kilisenin hem idari hem de ekonomik alanda giderek güçlenmesi ile birlikte, Avrupa'da bilim ve felsefe yeteri kadar ilerleyememiştir. Engizisyon mahkemelerinde binlerce kişi yargılanmış, birçok kişi Hristiyan aleyhtarı söylemlerde bulundukları gerekçesiyle idam edilmiştir. Orta Çağ Avrupa'sının en önemli bilim insanlarından biri Galileo Galilei'dir. Teleskobu ile yaptığı gözlemler sonucu dünyanın geoit şeklinde olduğu sonucuna ulaşan Galilei, daha sonra engizisyon tehdidi nedeniyle bu savından vazgeçmiştir. Bu dönemde kilisenin de etkisiyle dünyanın kare şeklinde ve evrenin merkezinde olduğuna inanılıyordu. Buna karşı çıkan birçok bilim insanı ise İncil'e ve Hristiyanlığa aykırı görüş bildirdikleri için idam edilmişti. Orta Çağ'da yine engizisyon mahkemelerinin öncülüğünde cadı avı başlatılmış ve binlerce kadın cadı oldukları gerekçesiyle yakılmıştır.
Orta Çağ’ı kapatan Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethetmesi ile başlayan Yeni Çağ'ın bitiş tarihi ise 1789'dur.
BATI’DA LAİKLİK VE SEKÜLERLEŞME
Bir tarihsel gerçeklik olarak laiklik, Batı’da din ve dünya meselelerinde kilisenin ve ruhban sınıfının tek otorite olmaktan çıkmasını simgelemektedir. Aynı Batı’da sekülerizm ise, dinin bireyin gündelik yaşantısına varana kadar tüm toplum katmanlarındaki etkinliğini yitirmesini savunan ideolojiyi temsil ediyor.
Bu bağlamda Batı’dan aktarılan laiklik ve sekülerizm dinin kamusal alanda ve bireysel yaşantıda etkinliğini yitirmesini temsil etmektedir. Bu etki yitimi, sekülerizm tezine göre, modernleşme ile birlikte olacaktır.
Laiklik, dinin dünya meselelerinde, sosyal hayatta ve devlet yönetiminde tek otorite olmaktan çıkmasıdır. Sekülerizm ise, dinin bireyin düşünce, duygu ve davranışlarından başlayarak tüm toplum katmanlarındaki etkinliğini yitirmesi gerektiğine yönelik inanıştır. Bu açıdan laiklik sekülerizme nazaran daha sınırlı, kamusal alana dair bir dönüşüme işaret etmektedir.
OSMANLIDA DİN DEVLET İLİŞKİLERİ
Klasik Osmanlı devlet düzeni içinde din-devlet ilişkilerinin seyri, Ortaçağ Avrupası’ndakinden bir hayli farklı idi. Osmanlı’da ne bir kilise ne de ruhban sınıfı vardı. Din, tımarla yönetilen Osmanlı yönetim ve yasama sisteminin önemli bir parçasıydı. Tımar, Osmanlılarda devlete ait toprakların askerî ve idarî gayelerle tahsisine dayalı bir sistemdi. Timar sistemi, imparatorluğun sadece askerî-idarî teşkilâtlanmasının temel direği olmakla kalmamış, aynı zamanda mîrî arazi sisteminin işleyişinde, köylü-çiftçilerin statüleri ve ödeyecekleri verginin belirlenmesinde ve imparatorluğun klasik çağında (1300-1600) tarımsal ekonominin yönetiminde esas belirleyici faktör olmuştur.
Tımarlar, 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun tarımsal üretim düzeniyle süvariye dayalı sipahi askerî gücünü ve merkezî otoritenin taşradaki egemenliğini sentezlemeyi başarmış bir askerî-idarî-iktisadî birimdi. Tımarda üreticilik yapan reâyâ ve yöneticilik yapan sipahi, savaş zamanında kısa sürede bir atlı askere ve alt rütbeli bir subaya dönüşmekteydiler. Söz konusu birim, atlı süvarilerin Osmanlı ordusu açısından önemi devam ettiği nispette canlılığını sürdürmüştür. Tımar, ateşli silahların ve para ekonomisinin çok sınırlı olduğu çağlarda etkin bir idarî üniteydi. Tımar birlikleri ateşli silah kullanmazlar; ok, yay ve mızrakla savaşırlardı. Devlet tarım arazilerinden vergi toplamak zorunda kalmamış, vergi doğrudan asker yetiştirilmesi için kullanılmıştır. Devlet, üretimi kontrol altına almış ve üretimde devamlılığı sağlamıştır.
Avrupa'da ateşli silahların 16. yüzyıl boyunca yaygınlaşması Avusturya cephesinde atlı süvarilerin ve sipahilerin savaş gücünü azaltmıştı. Bu durum ateşli silahlarla eskiden beri donanmış olan Yeniçerilerin önemini arttırdı. Yeniçeriler maaşlarını doğrudan doğruya hazineden maaş (nakit para, ulûfe) biçiminde almaktaydılar. Yeniçerileri birlikleri sayısının büyümesi Osmanlı maliyesinde nakit para ihtiyacını artırdı. Nakit gereksinimini hızlı bir biçimde karşılamanın başlıca yolu vergilerin iltizam yöntemiyle toplanmasıydı. Sözü geçen yöntemin 16. yüzyıl sonlarında başat hale gelmesiyle tımarların gerek askerî, gerekse ekonomik anlamda belirleyici bir önemleri kalmamıştır. Tımarlar bundan sonra varlıklarını bir kalıntı kurum olarak 19. yüzyılın başlarına değin sürdürecektir. Tımar sistemi Tanzimat Fermanıyla 1839 yılında kaldırılmıştır.
Bu bağlamda, birer hukukçu, öğretmen ya da mürşit insanlar olarak din adamları, devlet maslahatına yani devlet gerekliliklerine tabi bir gruptu. Tekrar hatırlatalım din adamları, Avrupa’daki gibi bir ruhban sınıfı oluşturmuyordu bu klasik Osmanlı devlet düzeni içinde. Orada en üstün ruhani otoriteyi temsil eden herhangi bir makam da yoktu.
İslâm tarihinde askerler arasındaki davalara bakan ordu kadısı, Osmanlılar’da Dîvân-ı Hümâyun’un üyesi; yargı ve eğitim teşkilâtının sorumlusu kazaskerdi.. Dinsel yetkiler daha çok kazasker ve şeyhülislamda toplanmıştı. Kazasker, en üstün yargı merciidir. Şeyhülislam ise, fetva verme, yani devlet işlerinde karşılaşılan bazı sorunlarda din hukukunun yargılarının ne olacağını belirleme yetkisine sahipti.
Klasik Osmanlı sistemi, Adalet Çemberi kuramıyla açıklanmaktaydı. Adalet Çemberi, Osmanlı Devleti’nin adalet anlayışını ifade etmekteydi. Kınalızade Ali Efendi’nin Ahlak-i Alâi eserinde bulunan sekiz maddelik yöntemdir: 1. Adalet dünyanın kurtuluşunu sağlar; 2.Dünya, duvarı devlet olan bir bağdır; 3. Devleti düzenleyen şeriattır; 4.Hükümdar olmadan şeriat korunamaz; 5. Askersiz hükümdar duruma hakim olamaz; 6. Mal olmadan hükümdar asker toplayamaz; 7. Malı toplayacak olan halktır; 8. Halkı padişaha kul eden ise adalettir. Bu maddelerden bir tanesi bile olmazsa, adaletin varlığından bahsedilemez. Adaletin zıddı ise zulümdür.
Din adamları kendi aralarında, Osmanlı Devleti’nde İslam dininin bekçisi, koruyucusu hatta halifesi oldukları inancına sahipti. Özetle, kurumsal düzeyde, Osmanlı Devleti’nde din adamlarının devlet işleri üzerinde ancak kısmi bir tasarrufundan söz edilebilmektedir; irşat, eğitim ve yargı işlevleriyle devlet teşkilatının denetim ve motivasyon kaynağıydı.. Ulema, klasik dönem Osmanlı bürokrasinin en önemli unsurları içinde yer almaktadır. İlmiye sınıfı yani ulema, kılıç ehli demek olan seyfiye (askeri sınıf, ordu) ve kalemiye (bürokrasi) ile birlikte Osmanlı Devlet düzenin üzerine inşa edildiği en önemli gruplar arasındadır.
TÜRK LAİKLİĞİNİN ÜÇ BOYUTU
İslam tarihinde, vahye dayalı hak dinin, her birini tek tek yapılandırarak kurduğu birey, toplum ve devlet arasındaki sosyal sisteme hakikat medeniyeti denilmektedir. Bu bağlamda laiklik kavramı, hakikat medeniyetinin çökmesi nedeniyle kaos olgusunu, dinin bireyselleşmesi ve etkisizleşmesi olgusunu karşılamaktadır.
Dolayısıyla bir İslam ülkesinin veya İslam toplumunun laikleştiği söylendiğinde, üç farklı boyutta değerlendirme yapılmaktadır: 1.İlk olarak kaos ya da hakikat medeniyetinin çökmesi ile, sosyal hayat, bilim, sanat, eğitim, yargı, ekonomi, siyaset ve bürokrasi gibi alanların dinden kopmasına ve bozulmasına işaret edilmektedir. Bu yüzden İslam toplumu için laiklik, ittihat, istikamet, insicam ve idealleri terk etme işlevi görmektedir. 2. Dinin bireyselleşemesi ise dinin bir inanç ve bir ahlak öğretisi haline indirgenip özel alana çekilmesi; dinin birey, toplum ve devletin kendini denetlediği hukukunun terk edilerek bireyin özel alanı ile sınırlı bir etkinliğe sahip olması olarak tanımlanmaktadır. 3. Son olarak, dini inancın zayıflaması ve dini hayatın darlması, bir anlamda yukarıda sekülerizm tezi ile ifade edildiği üzere, dinin tüm alanlar üzerindeki etkinliğini yitirmesini temsil etmektedir.
Avrupa’nın sosyal yapısının, tarihinin ve kültürünün ürünü olan laiklik, sekülerleşme, modernleşme kavramlarıyla Türkiye’nin gerçekleri anlaşılamaz ve açıklanamaz. Üniversitelerimizdeki Avrupa merkezli bilim anlayışı, siyaset hayatımızdaki Batılı ideolojiler ve modernleşme, dünya güçlerinin iki asırdır dayatmasıdır. Bu Batı etkisi, din, millet ve devlet bütünleşmesinin önündeki en büyük engeldir.
Mustafa Yürekli / Haber7
Yorumlar2