Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Modernleşme Süreci

  • GİRİŞ08.08.2024 08:44
  • GÜNCELLEME08.08.2024 12:48

Osmanlı Devleti tesis ettiği hakikat medeniyetiyle yüzyıllarca geniş bir coğrafya üzerinde hâkimiyet kurmuş ve dönemin dünya sistemi içinde etkin bir aktör olarak varlığını sürdürmüştür. Osmanlı Devleti İslam geleneğini 20. yüzyılın başına kadar getirdi. 

Osmanlı Devleti’nin 17. yüzyıldan başlayarak yavaş yavaş irtifa kaybetti; 19. yüzyılla birlikte ise yaşadığı toprak kayıpları sebebiyle küçülerek tarih sahnesinden çekildi. Bu yok oluşa giden yıkılış, Oryantalistlerin ve Batılı sosyal bilimcilerin zevkle ‘gerileme’ ve ‘çöküş’ olarak kavramlaştırdıkları sözkonusu süreç, aynı anda pek çok faktörün bir araya gelişi ile yaşandı; bu faktörlerden bir kısmı Osmanlı Devleti’nin kendi içinde yaşadığı sorunlarla ilgilidir, bir kısmı ise dönemin uluslararası bağlamının ürünüdür. 

Osmanlı klasik düzeninin bozuluşuna yol açan sebepleri kısaca şöyle sıralanabilir: 1. Vergi toplamaktan ve savaş zamanı asker temin etmekten sorumlu kişilerin, yani bürokratların sebep oldukları yolsuzlukların devlet gelirlerini azaltması; 2.Ateşli silahların kullanılmaya başlanması; askeri bürokrasideki hızlı ve sert değişim; 3.Yeni ticaret yollarının keşfi ile birlikte Osmanlı Devleti’nin uluslararası ticaret içindeki etkinliğini kaybetmesi; 4.Nüfus artışı ve şehirleşmenin beraberinde tarımsal alandaki üretim ve istihdamın hızlı düşüşünü getirmesi; 5.Savaş giderlerinin artması; uzun süre savaşların bir devlete yüklediği fazladan mali külfetler.. 6.Hazineyi sarsacak yeni tüketim alışkanlıklarının (kahve ve şeker gibi) ortaya çıkması (Kemal Karpat, Osmanlı Modernleşmesi Toplum, Kuramsal Değişim ve Nüfus, .2002).

OSMANLIDAN CUMHURİYETE MODERNLEŞME SÜRECİ

Osmanlı Devleti, hızla toprak kaybetti ve küçülmeye başladı. Uluslararası alandaki eski gücünü ve itibarını arar hale geldi. Dahası devletin varlık ya da beka sorunu ortaya çıktı. Devlet yöneticilerin fark edemediği bir medeniyet bunalımının içine sürüklendi. 

Gittikçe kronikleşen krizden çıkış için ise askeri alandan başlayarak bir dizi reform teşebbüsünde bulunuldu. Öncelikle askeri alandan başlandı, çünkü, bu alanın reforme edilmesi sureti ile devletin eski gücüne tekrar kavuşacağına inanılmıştı. Kısaca mesele medeniyet krizi olarak görülmedi ve sistemde birkaç küçük değişiklikle atlatılacağı düşünüldü. 

Ancak başlangıçtaki bu beklentinin kısa süre içinde boşa çıktı.. Daha köklü hukukî, idari, iktisadî ve kültürel tedbirler ile devletin medeniyet bunalımına çözüm arandı. İlber Ortaylı’nın ‘imparatorluğun en uzun yüzyılı’ dediği bu süreçte, ortaya konan reformlar bir cümle ile devleti modernleştirmeyi hedefliyordu. (İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 2008) Modernleşme, toplumu İslam medeniyetinden çıkarıp Batı’nın kapitalist medeniyetine taşımak anlamına geliyordu.

Devletin modernleştirilme çabası ise ulema, askeriye ve kalemiye arasındaki dengeleri sarstı; din, millet ve devlet bütünleşmesini zayıflattı.  Her şeyden önce, reform süreci bürokrasiyi etkinleştirdi. Bürokrasi, devşirmelerden oluşuyordu. Devletin ihtiyaç duyduğu niteliklere sahip kişilerin yetiştirilmesi amacıyla modern eğitim kurumlarının kurulması ve yurt dışındaki eğitim kurumlarına pek çok öğrencinin gönderilmesi zaman içinde seküler eğilimlere sahip bir bürokratik seçkin grubun doğuşunu beraberinde getirmiştir. Bu Batıcı bürokratik sınıfın güçlenmesi ile ulemanın güç yitirmesi eş zamanlıdır. 

Klasik Osmanlı düzeninin bir diğer unsuru da seyfiye yani orduydu. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılmasından sonra, ordunun tekrar eski gücüne erişmesi zaman alacaktır. Toplumun içinde bulunan ulema ve ordunun bu evrede güç kaybetmesiyle bürokrasideki kadroların önünde artık hiçbir engel kalmamıştır. Ulemanın ve ordunun güç kaybettiği bir ortamda, bürokrasinin istediği reformları hayata geçirmesi çok daha kolay olmuştur.  

Orhan Türkdoğan Osmanlı toplum yapısının ikili bir ayrılığa dayanmış olduğunun altı çizilmektedir. Yazara göre, Osmanlı’da bu ayrım devşirmeler (gayri müslimler) ve halk (reaya) şeklinde ortaya çıkmakta ve gerçek Müslüman Türk kimliğine sahip olanlar devlet yönetiminden dışlandığı tespitini yapmaktadır (Orhan Türkdoğan, Osmanlıdan Günümüze Türk Toplum Yapısı, 2004). 

Beyaz Türk dediğim bürokrasideki devşirmeler, dönmeler ile ekonomik alandaki Yahudi, Ermeni, Rum ve kozmopolitler dünya güçleriyle işbirliği halinde devletin kaderini belirleyecektir. Kısaca Beyaz Türklerden oluşan siyasal merkez de ekonomik merkez de Müslüman halktan oluşan sosyolojik merkezi temsil etmemekte; sözkonusu Batıcı seçkin azınlık  da ülkeyi dünya güçlerinin belirlediği vaziyet ve istikamette tutacaktır. Yazarın Osmanlı sosyal sistemi hakkındaki temel tespiti, Osmanlı’nın kendi öz milletini ikinci sınıf vatandaş konumuna indirgediği ve yabancı ırklara mensup olanları devlet yönetiminde önemli görevlere yükselttiği iddiaları oluşturmaktadır. Böylelikle ona göre, vatanın gerçek sahibi olan Türkler reaya (halk- köylü) konumuna indirgenirken, yabancılar üst bürokrasiyi ellerinde tutmaktadır. Yazar bu kanaatlerini önde gelen tarihçilere dayanarak, özellikle Halil İnalcık’ın “Artık, XVI. üzyılda Osmanlılarda Türklük kimliği silinmiştir” (s. 104)” tespitiyle kuvvetlendirmiştir.  

Müslüman halkın ve ülemanın Beyaz Türklerden oluşan bürokrasi karşısında güç kaybedişini Tanzimat dönemi reformlarından başlayarak Osmanlı Devleti’nin son yıllarına kadar yürürlüğe konan uygulamalar aracılığıyla daha somut bir biçimde tespit edilebilir. Son olarak 1914’te Ziya Gökalp’in İslam’ın rolüyle ilgili İttihat ve Terakki Cemiyeti için hazırladığı rapor, Jön Türkler tarafından uygulanacaktır. Söz konusu uygulama ile Şeyhülislam kabine dışına çıkarılmış, Şer’iye mahkemeleri şeyhülislamlıktan ayrılıp adalet bakanlığına bağlanmış, vakıfların idaresi kabinenin bir üyesinin uhdesine verilmiş ve medreseler şeyhülislamlıktan alınıp eğitim bakanlığının idaresine bırakılmıştı (Şerif Mardin). 

Osmanlı Devleti’nde Tanzimat dönemi ile başlayan reform çabaları bir Osmanlı kimliği inşa etmenin devletin beka sorununu çözeceği varsayımından hareket ediyordu. Bu sebeple uzunca bir süre Osmanlıcılık ideolojisi, devletin resmi politikası idi. Osmanlıcılık politikası doğrultusunda din, mezhep ve etnisite ayrımı yapmaksızın Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan herkes eşit vatandaşlar haline getirilecekti. Ancak bu politikanın sonuç üretmediği ve Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da hızla toprak kaybettiği bir vasatta, Osmanlıcılık bir süre yürürlükte kalan bir devlet stratejisi haline gelmişti. Sultan Abdülhamid döneminde, İslamcı ideolojinin, dolayısıyla dinin devlet nazarında bir kurtuluş reçetesi sunması öne çıktı.

İslamcılık, Asya’nın kuzeyinde Rusya içlerine doğru Türkistan ve güneyinde Hindistan’da yankılanan; temel hedefi İslam birliği olan bir siyasi akımdı. Tüm Müslümanların Batı’ya karşı aynı çatı altında toplanmasını savunuyordu. Sonuç itibariyle, ulemanın güç kaybına rağmen Osmanlı Devleti’nin son yıllarında dinin bir başka formda dönemin yönetici seçkinleri üzerinde belirgin bir etkiye sahip olduğunu vurgulamamız gerekir.

DİNİN ARAÇSALLAŞTIRILMASI

Osmanlı Devleti’nde bütün reform çabaları büyük ölçüde devlete yönelikti. Amaç devleti ıslah etmekti; yokoluşa giden yıkılışı durdurmaktı. Elbette bu ıslah teşebbüsünün toplum üzerinde de doğrudan ya da dolaylı bir etkisi olmuştur. Ancak bu etkinin topyekûn bir sekülerleşme düzeyine vardığını söylemek zordur. 

Beyaz Türk denilen Batıcı seçkin azınlık tarafından ülkeye iki asırdır modernleşme, sekülerleşme ve laiklik dayatılmaktadır. Modernleşen Osmanlı Devleti’nin toprakları içinde yaşayan Müslüman halkın kültürel düzeyde dinle ve dini kurumlarla bağı çok da gevşemiş değildi. İslam bu yönüyle toplumu bir arada tutan temel unsur olmaya devam etmiştir. 

Nitekim hem II. Abdülhamid hem de Jön Türklerin yönetimindeki İttihat ve Terakki Cemiyeti dinin bu yönünden istifade etme çabası içinde olmuşlardır. Özellikle daha seküler bir devlet ve hatta toplum inşa etmek isteyen İttihat Terakki Cemiyeti önderlerinin kendi konumlarını ve teşebbüslerini meşrulaştırmak üzere din ile araçsal bir ilişki tesis ettikleri söylenebilir. 

Klasik dönem Osmanlı Devleti’nde yönetici seçkinler devlet maslahatını merkeze alarak dine devlet içinde sınırları ya da çerçevesi belirlenmiş bir hareket alanı tanımışlardır. Bu tutum hem II. Abdülhamid döneminde hem de İttihat Terakki Cemiyeti’nin etkinlik kazandığı evrede çok da değişmemiştir. Tanzimat ile başlayan reformları meşrulaştırmak için ya da toplumsal birliği/bütünlüğü sağlamak için din her zaman önemli bir başvuru kaynağı olmuştur. Kuşkusuz bu durum Osmanlı Devleti’nde dinin toplumsal gücü ile ilişkilidir. 

Mustafa Yürekli / Haber7

Yorumlar3

  • Okur 3 ay önce Şikayet Et
    Uzun yüzyılı anlatmak için yer çok kısa malum. Ancak Beyaz Türklere yüzyılı yıkmışsınız.. beyaz türkler nerede okudu nerde iş tuttu hangi akımlar etkindi dünyada. Pan yunanı ermeniyi slavı ekümenik vs hiç yok. şeyhülislam cihat dediğinde kaç asker toplayabildi ve çanakkalede kaç müslüman hindu ingiliz ordusunda bizle savaştı. Vatikandan batı kaçıncı asırda yakasını kurtardı
    Cevapla
  • Ümmetçi 3 ay önce Şikayet Et
    Osmanlı'nın yıkılmasının gerçek nedeni halifeliği ortadan kaldırmak, ümmeti parçalamak..
    Cevapla Toplam 2 beğeni
  • Okur 3 ay önce Şikayet Et
    Gazzaliden tekrar başla sen.
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat