Büyük Akıl, Güvenlik ve Barış

  • GİRİŞ10.09.2024 09:14
  • GÜNCELLEME13.09.2024 10:35

Kuruluşundan itibaren son derece disiplinli, planlı ve programlı bir teşkilatlanma sürecine giren Osmanlı Devleti, dış politika konusunu da bu çerçevede ele almıştı. Sancak usulü de denilen bir sistemle çok iyi yetiştirilen Osmanlı padişahları, Osmanlı coğrafyasının jeopolitik konumunu iyi kavramışlar, Doğu (İslam Dünyası) ile Batı (Hıristiyan Dünyası) arasında yer almanın avantaj ve dezavantajlarını iyi incelemişlerdi.

Kuruluştan itibaren Osmanlı dış politikasının merkezine oturtulan Bizans'ı alt etme ve Konstantinopolis'e ulaşmak hedefi, başlı başına bir yön ve eksen tayiniydi.

Osmanlı büyük aklı, dağınık bir şekilde bulunan Türkmen beyliklerini ve İslam ülkelerini birleştirip Osmanlı sancağı altında toplamak, kısaca İslam birliği idealini gütmek ve politikasını uygulamaktır. Dolayısıyla büyük devlet olmak; devleti güçlü bir yapıya kavuşturmak, dış politikanın en önemli meselesiydi.

OSMANLI BÜYÜK AKLI

Osmanlı İslam Devleti'nin büyük aklına göre, Batı’da yürüttüğü fetih siyaseti kuru cihangirlik davası değildi. Temel amaç “Nizam-ı Âlem”, yani âleme düzen verme, dünya sistemi kurma; hakikat medeniyetini geliştirerek, Allah'ın ahkâmını ve adaletini yeryüzüne yayma düşüncesiydi. Osmanlı büyük aklına göre, fetihler askeri ve siyasi bir işgal değil, güvenlik ve barışı sağlayarak hakikat medeniyetini dünya sistemi haline getirme çabasıydı.

Bu nedenle fethedilen topraklar için asıl iş, fetihten sonra başlıyordu. Yeni fethedilen yerlere hızla başta Osmanlı adalet müessesesi olmak üzere devlet teşkilatları kuruluyor, Anadolu'dan o bölgelere Türkmenler iskân ediliyordu.

Böylece Osmanlı büyük aklı ve siyaseti, devlet teşkilatını koruyacak ve kollayacak bir Müslüman nüfusu oraya yerleştirdiği gibi aynı zamanda da İslam kültürünü de bu bölgelere yaymış oluyordu.

Yeni fethedilen yerlerin yerel unsurlarına karşı ise devlet şefkatli kollarını açıyor; onları Sırp, Macar saldırılarından koruduğu gibi onlara ait yerel dillerin, dinlerin, mezheplerin, örf ve adetlerin hatta yönetim ve teşrifat usullerinin aynen korunduğu bir devlet anlayışını benimsiyordu. (Halil İnalcık, (1995), Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar I; s. 180-185).

Fatih Sultan Mehmet Han’ın Sırbistan halkına “Her cami yanına bir kilise yapımına izin vereceğim.” sözünü İstanbul'da dahi tutması; onun bu konudaki samimiyetinin en açık göstergesiydi.

Bununla birlikte Fatih'in Ortodoks dünyasını hâkimiyeti altına alırken, Fener Rum Patrikhanesi dışında Ermenilere, Bulgarlara, Sırplara kiliseler kurması ve mezhebi açıdan onları özgürleştirmesi, onların gönüllerini kazanmasına vesile olduğu gibi aslında Ortodoksların güçlerini bölerek egemenliğini güvence altına almak istemesiyle de alakalıydı.

Fatih Sultan Mehmet Han, Ortodoks Hıristiyan dünyasını himaye altına alarak onları mutlu etmiş; diğer taraftan da Katolik-Ortodoks ayrışımını pekiştirmiş ve üzerine gelebilecek güçlü bir Haçlı organizasyonunun önünü tamamen kesmiştir. Bu durum, şüphesiz iç siyasi dinamiklerle bütünleştirilmiş ve desteklenmiş çok yönlü bir dış politika anlayışının geliştirildiğini göstermesi açısından çok önemlidir.

Yıldırım Beyazıt Han, Batı’da kazanmış olduğu zaferler sonucu Halifeden aldığı “Sultanı İklimi Rum” unvanını, doğuda Selçuklu topraklarını ele geçirme girişimlerini meşrulaştıran siyasi bir kalkan olarak kullanmasını bilmiştir.

Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul'un fethi ve Bizans'ın düşürülmesinden sonra, bu stratejik dış politika anlayışını “Doğu Romanın bütün mirasına sahip olmak” şeklinde ileri götürmüştür. Yavuz Sultab Selim Han, Memluklara son verip halifeliği ele geçirmiş, ardından kendisini İslam Dünyasının lideri olarak dünyaya ilan etmiştir. İşte bu gelişmeler, Osmanlı dış politikasını zenginleştiren ve derinleştiren tarihi ve metafizik temellerdir.

Böylece Osmanlı hâkimiyet anlayışıyla birlikte dış politikasının da temellerini oluşturan bu İslam birliği görüşü, Yavuz Sultan Selim'in “Biz Allah tarafından memur edilmedikçe sefere çıkmayız” sözüyle tezahür etmiştir.

Kanuni Sultan Süleyman'ın Fransa Kralına yazdığı meşhur mektubundaki şu sözleri ile de sürdürülmüştür: “Ben ki dünya hakanlarına taç giydiren, sultanların sultanı Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olan...” (Abdullah Saydam, (1995), Osmanlı Medeniyeti Tarihi; s. 13–14).  

Osmanlı Devleti, bu büyük akıl ile Hindistan'dan Kuzey Afrika'ya, Türkistan'a kadar Müslüman topluluklarıyla yakından ilgilendiği gibi Müslüman olmayan ülkelere de İslam sancağını taşıma gayreti içerisinde olmuştur.

GÜVENLİK VE BARIŞ POLİTİKASI

Osmanlı dış politikasının yönü, gücü nispetinde hep Batı’ya dönük olmuştur. Batıda küfür milletine karşı gaza ve cihad devam ederken; doğudan gelen tehdit ve tehlikeler, zaman zaman devletin ayağına prangalar vurmuştur.  

28 Temmuz 1402'de Ankara'nın kuzeydoğusundaki Çubuk Ovası'nda, Osmanlı Devleti ile Timur İmparatorluğu arasında gerçekleşen Ankara Muharebesi, Timur İmparatorluğu'nun kesin zaferiyle sonuçlanan muharebe sonrasında, Osmanlı Padişahı I. Bayezid Timurlulara esir düşmüş ve devlet, Fetret Devri olarak bilinen 11 yıllık hükümdarsız bir döneme girmiştir.

Kuruluşa damgasını vuran Karamanoğulları çekişmesi, Timur saldırısı, Akkoyunlu Uzun Hasan gailesi, Şah İsmail ile başlayan İran çatışmaları hep bu kabil tehdit ve tehlikelerdendir. Bu yüzden Fatih Döneminde Akkoyunlu Devleti'nin yenilgiye uğratılmasıyla Doğu Anadolu'nun Osmanlıya katılması kolaylaşmıştır.

Güney Anadolu'da etkinliğini sürdüren Fatih, Memluklara karşı Halep ve Şam'daki halkın gücünü Osmanlının yanına çekecek kadar aktif bir dış politika izlemiştir. Anadolu'nun kuzey ve güney sahillerine yönelen Fatih, Trabzon'un fethi ardından Kırım'ı alarak hem İpek ticaret yollarını Osmanlı hâkimiyeti altına almış hem de Hazar'dan Baltık'a kadar bir hattın alınmasını sağlamaya çalışmıştır.

Yavuz Sultan Selim'in Şii Safevi Devleti'ne karşı siyasi ve sosyo-kültürel önlemler alma çabaları, (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, 1994; Osmanlı Tarihi; c..II; s. 257) Osmanlı Devleti'ni yakından ilgilendirecek olan ciddi bir dış politik sorunun doğduğunu gösteriyordu.

Kuruluş döneminde Bizans'a atfedilen fitneci, bölücü batılı Hıristiyan güç, bu kez aynı özellikleri taşıyan ancak doğulu ve Şii akımları barındırmasıyla ondan ayrılan İran devletine atfedilmeye başlanmıştı. Büyük akıl demek, öncelikle fitne, fesad ve tefrikaya son vererek güvenliği sağlamak demektir.

Yavuz Sultan Selim Han, Şii Safevi Devleti'ne Çaldıran'da unutamayacağı bir ders vermişti. Ancak bu durum şimdilik güvenlik altına alınan Anadolu'nun sözkonusu siyasi, askeri ve ideolojik tehlikeden tamamen uzaklaştırıldığı anlamına gelmiyordu ki zaten Kanuni döneminde Şii İran gailesi yeniden gündeme gelecekti. Kanuni çağına gelindiğinde, devlet çoktan Karadeniz'e, İpek Yolu ticaretine, hatta kısmen de olsa Baharat Yolu ticaretine hâkim duruma gelmişti.

Kanuni Döneminde Şarklen'e karşı Fransa Kralı I. François'in desteklenmesi başta Avrupa olmak üzere büyük keşifler öncesi henüz küçük olan dünya siyasetinin, Osmanlılar tarafından sevk ve idare edildiği anlamına gelmekteydi. Kanuni böylece Avrupa'dan güçlü bir ülkeyi yanına çektiği gibi değişen dünya dengeleri ve seferlerle boşalan Osmanlı hazinesini Fransız-Osmanlı ticareti ile doldurmak niyetinde idi.

Kanuni soğuk ve sıcak harbin bütün kurallarıyla devam ettiği düşmanı Şarklen'e karşı etkin siyaset anlayışını Almanya'nın içine düştüğü mezhep savaşlarından yararlanarak sürdürdü. Kimsesiz ve sahipsiz gözüken Protestanları, İmparator ve Katoliklere karşı el altından destekledi. Diğer taraftan Osmanlı Devleti'nin hareket alanını genişletmek ve Akdeniz'de kar oranını yükseltmek isteyen Sultan bir takım ticari antlaşmalar imzaladı. Bunlardan birisi 1503 tarihli Venedik-Osmanlı antlaşması (Şakiroğlu, 1976: 1559–1569) diğeri ise 1536'da Fransa ile yapılan kapitülasyon anlaşmasıydı.

Kanuni sonrasında görülmeye başlanan ve zamanla hemen hemen bütün müesseslere yayılan büyük aklı işletememe süreci, devletin kısmen dışa dönük duruşunu giderek daha da içe dönük bir hale sokmuştur. Bu durum iç meselelerle uğraşan devletin, dışarıda cereyan eden hayati gelişmelerle baş edememesine yol açmıştır.

 

Yorumlar1

  • Germen 2 ay önce Şikayet Et
    Madde bağımlılığı tedavi merkezlerinin kotaları doldu, yer kalmadı. İlgili kurumlara ek hizmet yerleri açılması için başvurular yapıldı. İmanlı gençlik yetiştireceğiz diye çıktıkları yolda gençliği bütün bütün yoldan çıkardılar. En az 2 nesil yok oldu.
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat