Ferdi Tayfur ve Beyaz Türkler
- GİRİŞ07.01.2025 12:19
- GÜNCELLEME07.01.2025 12:19
Ferdi Tayfur’u ortaya koyup tam karşısına da Fazıl Say, Orhan Pamuk, Elif Şafak ve medyada “aydın”, “rol model” ve “kamuoyu önderi” sıfatıyla boy gösteren Beyaz Türkleri dizmeden günümüz Türkiye’sinin ekonomik, siyasi ve sosyal yapısını; kültür sanat olaylarını açıklamak mümkün değil. Çünkü sanatıyla değil, arabesk müzik eleştirisi üzerinden kültürünü ve toplumu küçümseyen sözleriyle gündeme gelmektedir Fazıl Say da, Orhan Pamuk da, Elif Şafak da.. Bunu hep yapıyorlar.
Fazıl Say daha önce Türkiye’yi terk etmeyi düşündüğünü söylemiş ve “karanlık tehlikesini ilk sanatçı hisseder” şeklinde veciz bir açıklamada bulunmuştu. Bu tepki, tipik olarak Osmanlı’daki “Enderun Aydını”nın günümüzdeki karşılığı olarak kabul edebileceğimiz “Beyaz Türkler”e özgü nitelikte.
Vatan, millet, devlet, din ve bayrak gibi temel değerlere yabancı olan; tümüyle kendisinin ve ait olduğu sınıfın çıkarları doğrultusunda düşünüp hareket eden, hem toplumuna hem de kültürüne soyutlanmış Batıcı aydın tipi. Üç beş kuşak geriye gidildiğinde, dünün Enderun Aydınları ile bugünün Beyaz Türkleri aynı şablon üzerinde milim oynamadan üst üste gelip çakışacaklardır. Dolayısıyla “Beyaz Türkler”i anlamadan Ferdi Tayfur anlaşılamaz ve anlatılamaz, diyorum.
İstanbul’da yaşadığı halde son nefesine kadar Adanalı kaldı. Hemşerime Allah’tan rahmet, ailesine, dost ve yakınlarına, sevenlerine sabr-ı cemil diliyorum.
BEYAZ TÜRKLER
“Beyaz Türk” kavramına, daha önce de yazılarımda defalarca değinmiştim. Savaşlarda esir düşen kölelerin 9-14 yaşları arasındaki çocuklarından en zeki ve yetenekli olanlar seçilir ve saraydaki Enderun Mektebi’nde özel olarak yetiştirilirlerdi. İlk zamanlarda bürokrasinin ve sonraki dönemlerde de yönetim kademelerinin en tepe noktalarında yer almışlardır. Bu devşirmeler, aynı soydan gelmedikleri sultana ruhen ve bedenen bağlanan, ancak bunun dışındaki tüm değerlerden soyutlanmış olan kesimlerdi.
Ancak tarihsel süreç içinde -özellikle de Osmanlı’nın son dönemlerinde, İngiliz ve Fransızların yönlendirmesiyle- devşirmeler, soy, köken ve akrabalık bağları yoluyla daha da güçlenmenin yollarını aramışlar; bir yandan kilit noktalara söz konusu niteliklere sahip olan yandaşlarını getirirken diğer yandan da aynı kökeni paylaştıkları valide-sultanlarla işbirliği içine girerek, yönetimi tümüyle ele geçirmişlerdir… Bu durumu yansıtan en karakteristik olay şudur: İkisi de “Beyaz Türk”, yani aynı kökene sahip devşirmeler olan Hürrem Sultan ile Sadr-ı Azam Rüstem Paşa’nın gizlice anlaşarak, Bursa’ya yollanan ve Türk anneden doğan I. Mustafa’yı boğdurmak yoluyla yerine II. Selim’i tahta geçirmeleriydi..
Devşirme sistemi sonucu, “Beyaz Türk” denilen bürokrasideki ve tepe noktalardaki Batıcı elit kadrolar, milli kültür ile dini değerlere yabancı kalmış; ele geçirdikleri devlet ile halkı karşı karşıya getirmişler, bütünleşemedikleri halkı ezip sömürmüşlerdir.
Prof. Dr. Orhan Türkdoğan’a göre bu durum, Osmanlı’da böyle iken Türkiye Cumhuriyeti’nde de çok farklı olmamıştır… Cumhuriyet; kendi insanının Osmanlı döneminde “reaya” olarak köylülüğe ve cehalete mahkum edilmesi nedeniyle, kadrolarını büyük oranda “Beyaz Türkler” denilen Osmanlı’nın elitlerinden devşirdi. Yani Osmanlı döneminde İttihat Terakki’de, cumhuriyet döneminde de Cumhuriyet Halk Partisi’nde siyaset yapan, devşirme kökenli Batıcı seçkinlerden oluşmaktadır “Beyaz Türkler”! Üst sınıfı ve zenginlik kültürünü tekellerine aldılar. Sosyolojik merkezi oluşturan, devletin ve vatanın sahibi, koruyucusu milletimiz, gecekondulu deyip küçümsendi; elleriyle ürettikleri yoksulluk kültürüyle köle muamelesine maruz bırakıldı..
Bu şu demektir: Dünya güçlerinin belirlediği vaziyet ve istikamette ülkeyi yöneten “Beyaz Türkler” Osmanlı İslam Devletini tarihten tasfiye edip cumhuriyeti ilan ettiler; devleti ellerinde tutabilmek için sık sık darbe yaptılar, milleti ezip sömürdüler. Batıcı “Beyaz Türkler”in ana özelliği, dünya güçlerine bağlılık göstermeleri; millet, vatan, devlet, din ve medeniyeti değil, ‘bin yıl sürecek’ dedikleri rejimi savunurlar..
FERDİ TAYFUR’UN TEMSİLİ
1945 Adana doğumlu Ferdi baba. Çocuk yaşta babasını kaybetmiş. Şekerci dükkanında çıraklık, çiftliklerde traktör şoförlüğü, pamuk tarlalarında ırgatlık, düğünlerde şarkıcılık, İstanbul'dan kazak, tişört, gömlek getirip köyde satmak.
Hayata ezeli ve edebi küskünlüktür o.. Hayallerini sırtına yükleyip İstanbul'a kaçış; sahnede bağlama çalış... Leyla adını verdiği ilk plak, arkasından Huzurum Kalmadı plağı... Kır Çiçekleri adlı 45'lik... ardından Bana Gerçekleri söyle adlı ikinci 45'lik... Sonra Bırak Şu Gurbeti ve Çeşme şarkıları... Necla Nazır'la başrol oynadığı film 12 milyok kişi tarafından izleniyor. Prangalar albümü 5 milyon satıyor. Gülhane konserine 200.000 kişi katılıyor. Bütün bu rekor rakamlara rağmen tevazu.. Bakışlarındaki derin hüzünle ve yüzündeki asil tebessümle bizim olandı, bizden olan bir sanatçıydı.. Yetimliğiyle, ırgatlığıyla, çıraklığıyla, yoksulluğuyla ve şöhrete kavuştuğunda bile yitmeyen, bitmeyen mütevazılığıyla...
Günümüzün en büyük, en yakıcı sorunlarında çarpık kentleşmeye, yeşili yok etmeye, topraktan kopmaya da en büyük itirazı getirenlerden biriydi Ferdi Tayfur. Kentleşmenin ezici popülerliğinde "Hadi köyümüze geri dönelim" demişti. İçli ağıtlar gibi içli şarkılar söyledi. Ciğerden söyledi, en derinden... Ferdi Tayfuru dinlemek imkânsız aşkları, kara sevdayı, muhteşem ayrılıkları, muazzam vuslatları, en afili acıları, en pis kayıpları, en baba yenilgileri, en büyük mağlubiyetleri hatırlamaktır.
Ferdi Tayfur bizdendi, Fazıl Say, Orhan Pamuk, Elif Şafak gibi “Beyaz Türkler”den değil, bir millet evladıydı. Tarihte bir dönemin, örf, adet, gelenek, yerli anlayış ve yaşam şeklinin sesiydi. Orhan Gencebay ve Müslüm Gürses gibi Ferdi Tayfur da gecekondu bölgesinin müziği diye aşağılanıp dışlanan Arabesk’in temsilcisiydi. El emeğini ve alın terini temsil etti.
Türkiye’de büyük bir kesimi etkisi altına almış olan “arabesk müzik” ile sanatın 7. dalı olarak kabul gören “sinema” nın birleşmesi, Türk sinemasında arabesk müzik içerikli filmlerin
çekilmesine vesile oluşmuştur. Yeşilçam sinemasının şarkılı film özelliğini devam ettirmiş olan bu yaklaşımın; görsel ve işitsel ögelerden yararlanarak dönemin tarihsel, kültürel ve müzikal etkilerinin aktarımında etkin bir rol üstlenmekte olduğu görülmektedir.
Arabesk müzik, içinden çıktığı toplumsal ve kültürel çevreye göre şekillenmiş, belirli bir tanımlamanın yapılamadığı; melodi/ezgi yönünden Arap müziğini, çalgı yönünden ise doğu-batı sentezi özelliklerini taşıyan; önceleri varoş kesim olarak adlandırılan kitle ile başlamakla birlikte, zamanla toplumun tüm kesimlerine yayılan bir dinleyici kitleye sahip ve toplumumuza bir tür olarak adlandırılabilir.
Dolayısıyla arabesk müzik, ülkemizin toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel değişim sürecinin sanatsal boyuta, daha doğrusu müziğe yansıyan bir görünümü olarak değerlendirilebilir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde siyasal ve kültürel anlamda var olan, batının dinamiklerini temel alan kültür, müziğe de sirayet etmiştir. 1960’larla birlikte Orhan Gencebay’la arz-ı endam eden ve önemli bir ivme kazanan arabesk müzik, köyden kente göç eden insanlar ile modernleşme evrimini devam ettiren şehir insanının karşılaşmasının doğal bir sonucu olarak görülebilir, bu durumu kültürel değişim ve modernleşmesinin etkisi ile yeni bir alt-kültür oluşturması olarak açıklanabilir..
Ferdi Tayfur, İbrahim Tatlıses ve Müslüm Gürses, 70’li, 80’li, 90’lı kuşakların sanatçılarıydı. Yeni yeni önü açılan, iş sahaları genişleyen Türkiye’nin gücüne güç katmak için Anadolu’nun köylerinden kalkıp büyük şehirlere gelenlerin yoldaşıydı, sırdaşıydı, sözcüsüydü. Özellikle göçle büyük şehirlere gelenlerin sesiydi. Onlarla kıymetlendi saz, söz ve aşk. Gençleri eve bağladılar, terör döneminde bile sokaklardan çekip aldılar. Ferdi Tayfur’u dinlemek için evden çıkmadılar. Bir kasetin iki yüzüne da aynı şarkıyı çektirdiler. Kasetin orijinalini alamadılarsa, çekme kaset yaptırdılar. Dinlediler, dinlediler ve başkalarına söylediler gençler.
Kibrit kutusuna yazılıp atılan küçük notların, mahcup sevgilerin, fırtınalı sevdaların, aşkların öyle ayan beyan söylenemediği zamanların sesiydi Ferdi Tayfur. Herkesin okulda, mahallede, fabrikada sevdiğini söyleyemediklerine sabaha kadar dört duvar arasında onunla beraber haykırdığı zamanlardı. Gizli sevdaların, sessiz, habersiz ve uzaktan sevenlerin temsilcisiydi Ferdi Tayfur.
Seksenli ve doksanlı yıllarda piyasa ekonomisine geçiş, hızlı teknolojik ilerleme süreci ile birlikte Türkiye, batılı kapitalist ülkelerden tüketime dönük ürün ve hizmetler satın almış; bu ürünler ve hizmetler kültürel ürün ve değerleri de kapsaması; dolayısıyla batıya özenme süreci tüketim kalıplarından, zevk ve beğenilere dek uzanan kapsamda hayatın tüm kesitlerine etki etmiş olduğu görülmektedir. Türkiye’deki müzik piyasası da bu değişimlerden etkilenmiştir. Batının düşük beğenilerine yönelik, kolay tüketilebilen pop müzik parçalarından yapılan alıntılar yerli ögelere evrilerek kitlelere sunulmuştur. Arabesk müzik de bu değişimlerden etkilenmiş ve 90’lı yıllarda etkisini azaltarak yerini pop-arabesk denilen bir müzik türüne bırakmaya başlamıştır. Bu nedenle sektörden pay almaya ve kazanca ortak olmaya başlayınca da üniversiteyi, medyayı ve kültür endüstrisini elinde tutan “Beyaz Türkler” Ferdi Tayfur ve temsil ettiği Arabesk müziğe saldırdılar.
Ferdi Tayfur 1976-1986 yılları arasında yirmi yedi filmde başrol oyuncusu olarak yer almış ve bu filmler içerisinde yaklaşık olarak yüze yakın eseri seslendirmiştir. Tayfur’un filmlerinde günümüz klip şartları ile kıyaslandığında yirmi yedi film içerisinden doksan altı şarkı klibi çıkabilecek bir performans sergilemiş olduğu görülmektedir. Ferdi Tayfur’un eserlerinin arabesk şarkı formunda ve makamsal dizi özelliklerine sahip olduğu görülmektedir. Film içerisinde ortalama olarak beş veya altı eserine yer verdiği, yer verilen eserlerin tamamını seslendirdiği görülmektedir; dolayısıyla günümüz kliplerine ilham olabileceği düşünülmektedir.
Ferdi Tayfur, sevgi, birlik ve direnişin sesiydi. 2009 yılında Kanal 7'de yayınlanan 'Boynu Bükük Şarkılar' programından ve Tanıklar Programı’ndan kalan anıları ve kişiliğiyle, hatıralarım arasında anıtlaştı. Ferdi Tayfur, ekranda canlı performansıyla izleyenleri kendine hayran bırakmıştı. Seslendirdiği eserlerden biri de ‘Ay Doğdu Üstümüze’ ilahisiydi..
Şahitlik ederiz ki güzel bir insansın sen!
Mustafa Yürekli / Haber7
Yorumlar16