Güvenlikçi Politikalar!
- GİRİŞ31.10.2024 08:43
- GÜNCELLEME01.11.2024 09:06
Hiç unutmuyorum; 1990’ların sonu ve 2000’li yılların başlarında bir grup akademisyen, gazeteci, sivil toplum örgütü temsilcisi ve siyasetçi sürekli Türkiye’nin terörle mücadelesini “Güvenlikçi Politikalar” yaklaşımıyla anlatıyor ve yapılanları olumsuzlamaya çalışıyordu.
Bu süreçte tabi ki yalnız değillerdi. AB ve ABD merkezli veya afiliye kuruluşlar söz konusu kişileri destekliyor ve bir kısmını da fonluyordu.
Bunlara göre Türkiye’nin terörle mücadelesi yanlıştı. Savunma sanayi gibi alanlara yatırım yapmak ve yeni deyimle milli ve yerli savunma sanayi ürünlerine ağırlık vermek maddi kaynakların boşa harcanmasıydı.
Nasıl olsa Batı İttifakı’nın üyesiydik. Hele bir de Avrupa Birliği’ne girince ekonomi ve siyasi alan başta olmak üzere her alanda cenneti dünyada yaşamış olacaktık.
NATO varken ve dünyanın en önemli ülkeleri bizim müttefikimiz iken savunma sanayi gibi ağır konulara eğilmek ve bu alana kaynak ayırmak çok gereksizdi. Akıllı, rasyonel ve aydınlanmış insanların yapacağı işler bunlar olamazdı.
Bunlara göre Türkiye’nin ciddi bir güvenlik kaygısı yoktu. AB’nin derinleşme ve genişleme politikaları devam ederken Türkiye daha soft konulara eğilmeliydi. O dönemde söz konusu kesimlerin yazıp çizdiklerine ve yaptıkları konuşmalara bakınca Türkiye’nin Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar gibi coğrafyalarla değil de Kuzey Avrupa/Baltık ülkeleriyle komşu olduklarını sanırdınız.
Bu yaklaşım o dönemde basın ve akademide o kadar dominant hale gelmişti ki aksini düşünenler hemen, “Bu da güvenlikçi politikaları savunuyor. Dünya’nın nereye gittiğini bilmiyorlar. Her zaman olduğu gibi her dönemde bu tür gerici yaklaşımlar olur maalesef. Dünya bütünleşmeye ve belli evrensel değerlerde birleşmeye giderken bizimkiler güvenlikçi politikalarda ısrar ediyorlar. Dünya hızla küreselleşirken anlamıyorum bizimkilerin güvenlikçi yaklaşımlarını. Ne yapalım bizim de kaderimiz bunlarla aynı ülkede ve bölgede yaşamak. İbni Haldun boşuna ‘Coğrafya kaderdir’ dememiş kardeşim” diye üstenci bir tavırla karşılaşıyorlardı.
Bu arada bunlar İbni Haldun’un sözüyle kendi insanını aşağılamaya çalışırken aynı sözle içinde yaşadığı coğrafyanın gereklerini anlamaktan fersah fersah uzaktalardı.
Şimdi dünyada ve özellikle yakın çevremizde yaşananlara bakınca insan “Allah’tan yöneticilerimiz bunları dinlememiş. Allah bizi korumuş” demekten kendini alamıyor.
“Güvenlikçi Politikalar” diye Türkiye’nin aldığı önlemleri, yürüttüğü terörle mücadeleyi ve her alanda artırmaya çalıştığı kapasiteyi küçümseyenler veya önemsizleştirenler dinlenmiş olsalardı şimdi halimiz harap olurdu.
Ne övündüğümüz ve dünyanın dikkatlerini üzerine çeken Savunma Sanayi ürünleri olurdu ne de haksızlıklara karşı sesimiz güçlü ve gür çıkardı. Her zayıf devletin yaptığı gibi kurbanlık koyun gibi kendimizi hiçbir işe yaramayan hatta kendini korumaktan dahi aciz olan Birleşmiş Milletlerin inisiyatifine kalırdık.
Giderek canavarlaşan ve canlı yayında soykırım uygulayan İsrail’e her alanda tereddütsüz destek veren müttefiklerimizin(!) kendi putlarını Siyonizm adına nasıl yediklerini izlemekten başka elimizden bir şey gelmezdi.
İşte bunları dinlemeyen ve ABD ve AB ile ilişkilerimizin en iyi olduğu dönemde savunma sanayinin milli ve yerlileşmesi için bir irade ortaya çıktı.
2004 yılında dönemin Başbakanı şimdiki Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatlarıyla Savunma Sanayi alanında yeni bir vizyon ortaya koyuldu.
Bu çerçevede Erdoğan başkanlığında toplanan Savunma Sanayi İcra Komitesi’nde modern tank, taarruz taktik keşif helikopteri ve insansız hava araçları projelerinin mevcut ihalelerinin iptal edilmesine karar verildi.
Aynı toplantı sonunda yapılan açıklamada;
“Söz konusu projeler için milli imkanların azami kullanımı ile yurtiçi üretimi ve özgün tasarımı esas alan yeni tedarik modellerinin oluşturulmasına ve Türk Silahlı Kuvvetleri ihtiyaçlarının bu modeller çerçevesinde karşılanmasına, bu çalışmalarda yerli-yabancı ortak girişimleri, yurtiçi firmalarımızın daha etkin olabilmelerini sağlayacak imkanların hazırlanmasına karar verilmiştir” denildi.
İşte “garip zamanlar” siye tarif edeceğimiz süreçten geçerken, kendimizi daha güçlü hissetmemizi sağlayan ve elimizi hasımlara ve tehditlere karşı güçlü kılan ürünlerin hızla görücüye çıkmasının altında yatan büyük vizyon 2004 yılında saklıdır.
Geçenlerde bu sürecin yakın şahitlerinden biri olan Cüneyt Zapzu’nun bir konuşmasına denk geldim. “Erdoğan’la yakın çalıştığımız dönemde tek anlaşamadığımız konu savunma sanayi alanındaki tavrıydı. Ben küreselci biri olarak bu alana fazla yatırım yapmanın gereğinin olmadığını anlatırken, Erdoğan tersini düşündü ve yine haklı çıktı” anlamında cümleler söylüyordu.
Vizyon sahibi olmak başka bir şey…
Her türlü silaha sahip olanların, yenisini geliştirenlerin ve dünyanın farklı coğrafyalarında güvenlik sorunlarının ana kaynağını oluşturanların fonlarıyla hareket eden ve söz söyleyenlerin Türkiye’nin ortaya koyduğu vizyonu anlamasını beklemeyin.
Ortadoğu’da kendisini başkasının inisiyatifine bırakanlar bol bol dayak yemekten kendini kurtaramazlar.
Tarih ve coğrafya böyle diyor!
Yorumlar26