Türkiye, güçtür
- GİRİŞ24.09.2014 08:02
- GÜNCELLEME24.09.2014 08:02
Bundan yaklaşık bir yıl önce, 24 Ekim 2013'te, bu köşede çıkan "MİT esas şimdi MİT oluyor" başlıklı yazımızda, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile ilgili iç ve dış kaynaklı tartışmalara değinerek, MİT gibi ulusal haber alma örgütlerinden beklenen öncelikli faaliyetlerin "uluslararası düzeyde millî çıkarlara ters düşecek gelişmeler hakkında erken istihbarat ile devletin varlığını koruyup gücünü arttırmaya yönelik çalışmalar" olacağını belirtmiştik.
Ama muhatapların asıl amacı bunu tartışmak değildi... Esas hedefin, gelişen ve bağımsızlaşan Türkiye, Türkiye'deki mevcut siyasî irade olduğunu ifade etmiştik. Daha sonraki gelişmelerden, özellikle 17 Aralık 2013 sürecinden anlıyoruz ki, başka oluşumlar aracılığıyla da MİT'e (MİT Müsteşarı'na) karşı bazı düzenler kurulmuştur.
Bunu erken fark eden siyasî iradenin kararlı tutumu ve girişimleriyle yasalaşıp 17 Nisan 2014'te yürürlüğe giren yeni MİT Yasası, Türkiye'ye karşı bazı hileleri bozucu tarzda yenilikler içeriyor. Örneğin, bu yasa sayesinde, MİT ulusal çıkar takibi amacıyla yerel ve uluslararası düzeyde devlet dışındaki her türlü kurum, kuruluş ve örgütlerle ilişki kurabilecek. MİT'in göreviyle ilgili bilgi ve belgenin basın-yayın yoluyla kamuoyuna açıklanmasına izin verilmeyecek.
Türkiye'nin başarılı bir diplomasi ve istihbarat çalışması sonucunda, IŞİD'in elindeki 49 Konsolosluk çalışanını, evet, "tereyağından kıl çeker gibi", kurtarıp ailelerine kavuşturması, işte bu yeni MİT uygulaması marifetiyle gerçekleşmiştir.
Peki, bundan sonrası hakkında ne söyleyebiliriz?
İçinde bulunduğumuz uluslararası konjonktürde görüyoruz ki, özellikle de Türkiye'nin çevresinde, klasik devlet aktörlerinin dışında siyaset ve gündem belirleyen muhtelif örgütler, oluşumlar mevcuttur. Bunların kendilerine özgü oluşum koşulları, tahrik ve destekçileri vardır. Bir de bunların içlerinde belirli inanç ve dayanak noktaları bulan kendilerince samimî taraftarları olduğunu unutmamak gerekir. O nedenle de, kullanılacak dil ve yaklaşım yöntemi önemlidir. (Türkiye, Musul Başkosolosluğu çalışanlarının rehin tutulduğu üç ayı aşkın bir süre zarfında dil ve yöntem açısından gayet uygun bir davranış ortaya koymuştur.)
IŞİD, yukarıda belirtilen türden örgüte somut bir örnektir. Söz konusu örgüt, uzunca bir zaman diliminde Irak ve Suriye'de meydana gelen siyasî otorite boşluğunun ve buna sebep olan siyasî ve toplumsal krizlerin bir sonucu olarak varlık gösteriyor bugün. Beslendiği iki kaynak var; bunlardan biri siyasî, diğeri ise dinî. Her ikisinden de oluşum ve varlığını sürdürme hedefinde pragmatik anlamda istifade ediyor, başka bir deyişle, bunları kullanıyor.
ABD'nin 2003 yılında Irak'ı işgalinden sonra tanık olunan haksızlık ve yanlışlıkların bölgede ve İslam dünyasında oluşturduğu Batı karşıtı tavır, birçok yerde irrasyonel eylemlere de kamuoyu nezdinde bir anlamda meşruiyet zemini hazırladı. En azından gündelik siyasî ve ekonomik krizlerle boğuşan herkesi kendi inanç ve kültür anlayışı ölçüsünde bir tepkisellik için motive etti. Üzerine patlayıcı yerleştirerek, kendi din algısına göre, "haksızlığa ve küfre karşı cihat" ettiğini düşünerek, suçsuz insanların da ölümüne sebep olanlar da böyle bir motivasyonla yaptılar bunu. Üstelik bu örnekler, özü itibariyle, İslam tarihinde tanık olunan hadiselerdir. Bugünlerde IŞİD ile tarihsel süreçte gözlemlenen Haricîlik arasındaki benzerliğe kimi çevrelerde dikkat çekilmesi, bundan dolayıdır.
IŞİD'e mensup kişilerin kullandıkları bazı İslamî kavramlar ve referanslar bazı saf ve iyi niyetli Müslümanlar arasında "zulme ve küfre karşı" bir çağrı olarak algılanabilmektedir. Türkiye'den de bu çağrı yönünde hareket edip oraya katılanlar olmuştur. Demek ki, meselenin zihin, algı ve inanç ya da ikna boyutu var. Bunlar psikolojik olduğu kadar sosyolojik arka planların da varlığına işaret eder, IŞİD olayında.
Bu da iki açıdan karşılaşılacak zorluğu ve riski haber veriyor bize. Birincisi, İslam inancının temel kaynakları olan Kur'an ve Hz. Peygamberin sünneti referans gösterilerek gerçekleştirilen eylemlerin Müslüman çevrelerde zihin karışıklığına yol açmasıdır. Bu, IŞİD ile mücadeleyi zorlaştırdığı gibi, Müslümanları da birbiriyle vuruşmaya yöneltmekte, fitneye zemin hazırlamaktadır. Irak'ta Sünnî Müslümanlar, Şiî Müslümanlar, Türkmenler ve Kürtler arasındaki gerginlik ve çatışma buna örnek verilebilir.
İkincisi, IŞİD ile etkin mücadelenin sadece askerî araçlarla başarıya ulaşmayacağı, bu yöntemin caydırıcı olmayacağı ile ilgilidir. Aksine, onlar savaş yani cihat ile şehitliğe kavuşacaklarına inanıyor. Bu onları korkutmuyor. O nedenle, sorunun dinî ve dünyevî boyutu üzerinde aynı ölçüde düşünmek ve ona uygun önlemler geliştirmek durumundayız.
Hava saldırılarıyla çözüm olmaz
ABD ve diğer Batılı güçlerin IŞİD'e yönelik hava saldırılarının bu örgütü çökertmesi mümkün değil. Çünkü mücadele zemini ve yöntemi yanlış. IŞİD'in beslendiği kaynak niteliğindeki siyasî ve toplumsal mahrumiyet sorununa çözüm öneremeyen her girişim, başarısızlığa mahkûmdur.
Söz konusu mahrumiyet, zamanında meşru araç ve olanaklarla bu insanlara siyasî katılım hakkının verilmemesinin bir neticesi olarak kendini göstermiştir. Yetersiz ve kısmen yanlış bir dinî referans ile ortaya konulan tepki ve savunma ise, IŞİD örneğinde görüldüğü gibi, daha derin ve algısal sorunlara yol açmaktadır.
ABD önderliğindeki, "IŞİD ile Mücadele Koalisyonu"nun havadan bombalama faaliyetleriyle bu oluşumun gücünü, özellikle de motivasyonunu kırması kolay olmaz. Bundan önce yapılması gereken, Irak ve Suriye topraklarında devletin vatandaşlar arasında ayırım yapmadan gerçek devlet görevini yerine getirecek şekilde yapılandırılmasıdır. İnsana ve inançlara saygılı biçimde.
Gel gör ki, sadece yerel değil küresel siyaset aktörleri de bunun tam tersi yönde bir yapının temellerini atmıştır, hâlen de bunu yükseltme yönünde bir siyaset yürütülüyor. Meseleye bu gerçeklik açısından bakıldığında, Türkiye'nin; ABD güdümünde komşu İslam topraklarını bombalayan bazı bölge/İslam ülkelerinin acıklı durumlarına düşmemiş olması, bu ülkeye yakışan bir tavır olarak takdir edilmelidir.
Şimdi hem IŞİD karşısında, hem de bölge ülkeleri ve Batılı müttefikleri ile ilişkileri bağlamında, daha güçlü bir Türkiye görüyoruz. Tüm dünya fark ediyor bunu. Kendi çıkarları doğrultusunda oraya buraya savurabilecekleri bir devlet olmadığını da.
Türkiye, siyasî ve kültürel birikimi, tarihî sorumluluğu, ekonomik ve jeopolitik potansiyeli dikkate alındığında, anlaşılıyor ki, hiçbir zaman göz ardı edilmeyecek ölçüde, güçtür. Bu olgu kimileri için kolaylaştırıcı, kimileri için ise zorlaştırıcı etki yaratır. Bu güç(lülüğ)ün hem devletler, hem her türlü örgütler, kendi çıkarlarını da hesaba katarak, farkında olmak durumundadır. Tabii, onlardan önce de biz, Türkiye'nin vatandaşları ve siyaset yapıcıları olarak...
Türkiye'nin direnci ve gücü, bu ülkede yaşayan halkın bilinçaltındaki tarih ve kültür ferasetinden biraz da.
İbrahim S. Canbolat
Yorumlar2