Delidemir gibi yürekler lâzım
- GİRİŞ30.04.2015 08:03
- GÜNCELLEME01.05.2015 08:39
Mâruf peşinde olduğunu düşündüğü kişiler tarafından aldatılmış olmak zoruna gidiyordu. Son demlerinde bu yakıyordu yüreğini
Onunla konuşurken ben çocukluğuma giderdim. O, gençlik yıllarına dönerdi. Ne güçlü ve yiğit gençliği vardı! Çocukça gözümüzde devleşirdi, üstesinden gelemeyeceği iş yoktu sanki. Cesareti ve dürüstlüğü herkesin dikkatini çekerdi. Haksızlığa, fırsatçılığa, riyakârlığa tahammül edemezdi.
İlkokula yeni başlayan bir çocuk saflığıyla gözlemliyordum bu özelliğini. Akrabamdı. Bazı zamanlar aile ortamında birlikte geçerdi günlerimiz.
Zaman geçti. Ayrı yerlerde yaşar olduk. Ama hep haberleştik, mümkün oldukça ziyaret edip sohbetlerle uzattık zamanı.
Son zamanlarda artık yürüyemez olmuştu, fazla konuşmuyordu da. Ama biz, az konuşsak da, iyi anlaşıyorduk. Bakışlarımızla. Yüreğimizle.
Bir gün böyle bir konuşma esnasında, "Delidemir gibi yürekler lâzım bize", der gibiydi. Türkiye üzerinde çeşitli şer ve ihanet çevrelerinin çıkar hesapları olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Bir ayağıyla ötelere doğru adım atmış, diğer ayağı hâlâ bu dünya sınavının geçtiği topraklar üzerinde, kalbi fitne rüzgârına tutulmuş İslam coğrafyasındaki acıları duyar gibi çırpınıyordu.
Bu bir marazî kalp çarpıntısı değildi; aksine, varlığın hallerini duyumsayan yüreğin hissettikleri karşısında kendince çareler aramaya yönelik bir devinim idi. Maddeten ve mânen.
Son nefeslerini alıp verirken, herşeyin Yaratıcısı ve varlığın asıl Sahibi'nin yeryüzündeki halifesi olma sorumluluğuna uygun yaşamış mıydı, bunu soruyordu içten içe. Endişesi vardı. Kalbinin titremesi belki de bu yüzdendi.
Endişe... Aslında, korku ve umut (havf ve recâ) çizgisinde geçmesi gereken insan ömrü için doğal bir durum olmalıydı. En azından bir boyutu itibariyle. Diğer boyutta umut ile dengelenecek bir endişe/korku, kötü de sayılmazdı. İnsana dünyadaki halifelik sorumluluğunu anımsatacak olması ölçüsünde, faydalı bile kabul edilebilirdi.
Varlıklar Âleminde her işi dilediği gibi ve en iyi biçimde icra eden Allah'ın dünyadaki vekili olarak, ne zaman bu gerçekliği düşünse ya da O'nun adı zikredilse, kalbi titrer inanan insanın. Öyle olması gerekir, daha doğrusu öyle olması temenni edilir.
İşte belki de bu bilinçten doğan bir endişeydi o.
Türkiye'yi düşünüyordu. Aynı değerler etrafında Türkiye ve mazlum milletler için faydalı işler yapabilecek insanların birbirine düşman edilmesinin yol açacağı sorunları düşündükçe, hayıflanıyordu. Bu nasıl bir güven ve emek israfıydı! Kardeşler ayrı yerlerde saflarını tutmuş birbirine ateş püskürüyordu. Müslüman Müslüman'ın kardeşi değil miydi! Kimin ateşi kimi yakacaktı?
Belliydi ki, vatan üzerinde oyun planlayanların oyununa âlet olmak, herşeyden önce kendi kendini yakmak demekti. Cemaat denilen, bunu mu yapıyordu şimdi? Eğer öyleyse, fitne ateşi çok büyüktü.
Bu insanları öyle bilmiyordu. Çevresinde görüp tanıdığı kişiler hizmet ehliydi, onların iç ve dış oyunlarla işi olamazdı. Olmamalıydı. Ama somut biçimde tespit edilen hadiselere bakılınca, üst kademede kaziye-i anhanın (gerçek durumun) öyle olmadığı anlaşılıyordu.
Aklın ve dinin hoş gördüğü şeyler (mâruf ) değildi bu. Dinin ana kaynağında inanan insana öğütlenen davranış bu değildi. Halbuki söz konusu kesimin böyle bir iyilik hizmeti yürüttüğünü düşünüyordu, bunu bekliyordu onlardan. Çünkü öyle bir imaj verilmişti yıllarca.
İçinde şüpheler oluşmuş, güveni sarsılmıştı. Kendini aldatılmış bir insan gibi görüyordu artık. Mâruf peşinde olduğunu düşündüğü kişiler tarafından aldatılmış olmak zoruna gidiyordu. Son demlerinde bu yakıyordu yüreğini.
Vatanı sevmek imandandı, bunu öğrenmişti. Öyleyse,Türkiye'nin devleti ve milletiyle bütünlüğünü bozacak tarzda uluslararası düzeyde faaliyet gösteren servislere paralel bir duruş ortaya koymak, vatan sevgisiyle açıklanamazdı. Türkiye'nin dünyada itibarını zedeleyici söz ve eylemlerin dinî hizmetle alâkası olamazdı. Bunlar din açısından da tasvip edilmeyecek dünya menfaatine yönelik işlerdi.
O ama bütün bunlara rağmen beddua etmiyor, ıslah temenni ediyordu.
"Erzelil umûr" döneminde idi... Ömrün en zor, en meşakkatli, en müşkül çağında.
Beden ruha yetmiyor. Can başka, beden başka.
Beden yorgun. Beden tükeniyor. Dünyayı verseler bir değeri yok artık.
Can daha güzelini, öteleri, yüceleri arzuluyor.
Üç, beş gün sürmüyor, ruh kanatlanıp uçuyor yorgun bedenden.
Can, Canân'a uçuyor.
Rabbine dönüyor.
"Dön Rabbine. O sende razı, sen O'ndan razı olarak" (inşallah).
Rıza... Yaşarken insanın yapıp ettikleri, irade ve eylemleri sonucunda elde edilecek bir mertebe.
Bütün işlerin Allah'a döndürüleceği o günde belli olacak bu.
Akıl ve dinin hoş gördüğü işler (mâruf/iyilik) beklentisindeki kişileri dünyada hayal kırıklığına uğratanlar da görecekler o gün hangi mertebede bulunduklarını.
Bizim çocukluk ve yetişkinlik zamanındaki bir tanıklığımız bu. Üzerinde düşünüp sorgulamak serbest. Herkesin kanaati kendine.
Bir de güncel gözlemimizi ekleyelim: Cemaate yakın kişilerin yetkisiz mahkemelerce (Asliye Ceza Mahkemesi) tahliyesi sağlandıktan sonra yetkili mahkeme tarafından kararın geçersiz ilan edilip uygulamanın durdurulması hadisesini Türkiye'de hukuk ihlâli olarak dünyaya duyurmak, hukûken ve ahlaken doğru değildir.
Bu konuda hukukçular "usul esastan önce gelir" ilkesine gönderme yaparak, yanlışlığa dikkat çektiler. Devlet içinde hukuksuz devlet gösterisine kalkışmak, suçtur. Mücadele etmenin de meşru, usule uygun yolları vardır. Bunun tersi, mâruf olarak anlatılamaz. Kimse inanmaz buna.
İbrahim S. Canbolat
icanbol@hotmail.com
www.twitter.icanbol
Yorumlar5