İnkıtâ
- GİRİŞ21.12.2024 09:38
- GÜNCELLEME21.12.2024 09:38
Çok okuyucumuz, "inkıtâ da ne demek?" diye düşünmüştür. Analarımızın çeyiz sandığı büyüklüğündeki lambalı radyoların, devrini kapatıp da yerlerini "transistörlü" radyolara bırakması 1960’ların ortalarında oldu. Onları, işçilerimiz Avrupa’dan getirmişlerdi. Biz gençler, bulabilirsek futbol maçlarını bu seyyar radyolardan dinlemeyi yeğliyorduk. Halit Kıvanç veya Orhan Ayhan, sahadaki oyundan çok daha güzel olan Türkçe donanımlı nakletme üsluplarıyla dinleyenleri âdeta radyo başına mıhlarlardı. Bugün TV’lerde seyredilen müsabakaların, o lezzeti verdiğini sanmayız.
Hakem, bir sebeple maça ara verdiğinde spikerler, "hakem, inkıtâ kararı" verdi veya aranın sonunda "inkıtâ bitti, maça kaldığı yerden devam ediliyor" diye heyecanlar tekrar dalgalandırılırdı…
Birinci Dünya Harbinden sonra sömürgeci galip devletler, bölgemizde Saykız Piko’dur, odur-budur derken kendi keyiflerine ve zalim iştihalarına göre çizilmiş haritalarla Osmanlı Coğrafyasını dilim dilim edip böldüler.
Böylece:
İnsanlık Osmanlı Sulhünden mahrûm kaldı.
Fransız İhtilali’nin kışkırtmasıyla ırkı esas alan "küçük olsun benim olsun!" mantığına dayalı devletler dönemi başladı. 4-5 asırdır birlikte yaşadığımız toraklar üzerinde 70 kadar küçük nüfuslu, zayıf ekonomili devlet kuruldu. Bunlar, Düvel-i Muazzama denen büyük devletler için bugünkü terör örgütleri gibi ya taşerondu veya uydu devletti. Birkaç devletin petrolü vardı ama onlar da aslında türlü politik oyunlarla tabi devlet konumundaydılar.
Devâsâ Osmanlı haritasının bu şekilde değiştirilip Akdeniz’in bütün yönlerinin farklılaştırılmasının üzerinden bir asır geçti.
Bu geçen zaman:
İnkıtâdır…
Bir duraklama dönemidir.
8 Aralık 2024’te Suriye iç harbinin Türkiye destekli Millî Kuvvetlerin zaferiyle bitmesi ile bölgemizdeki inkıtâ dönemi bitmiş oldu. Bundan böyle Türkiye Yüzyılında yeni ve asıl süreç başlamış bulunuyor. Yeni oluşumların şafağındayız. Bu defa Osmanlı’da olduğu gibi yekpâre toprak bütünlüğü olmayabilir. Teknolojinin hudutları ortadan kaldırdığı, internetin, insana âdeta tayyimekân yaşattığı bir dünyada zâten farklı değerler öne çıkmış bulunuyor:
Şimdilerde:
Gönül birliği, güç birliği ve gâye birliği ve insana yaraşır hayat esastır.
Türkiye ve Suriye, iki ayrı devlet olarak yaşamaya devam edecekler. Ancak; bu defa komşuluk, tek devletli bir hayat gibi olacaktır. Türkiye-Suriye ikilisini, Türkiye-Irak, Türkiye-Filistin, Türkiye-Lübnan, Türkiye-Libya takip edebilir. Türkiye-Azerbaycan ve Türkiye-KTC zaten böyledir. Hatta Türkiye-Katar, Türkiye-Bosna, Türkiye-Somali’yi de bu cümleden sayabiliriz. Onları diğer Kuzey Afrika ve Hicaz bölgesi Müslüman memleketleri takip edebilir.
Bu yeni dönem yapılanmasında Ermenistan, Gürcistan, Bulgaristan, Yunanistan, Kosova, Arnavutluk, Macaristan gibi ülkelerle de aynı yakın beraberlikler inşâ edilebilir:
Doğumuzda Ermenistan’ın, batımızda Yunanistan ve uzunca bir zaman da Bulgaristan’ın karşımıza düşman olarak çıkarılması ve onlarla bir asır boyu uğraşmamız, yalnızca harita çizici emperyalist devletlerin işine yaradı.
Bu bir toprak fethi hülyası değildir:
Zamanın ruhunu okuma tarzıdır. Bu sebeple diplomatik harekâtımızda netice alabilmek için yetişmiş diplomat sayımız, çoğalarak devam etmelidir.
Şuradaki görüşlerimizi, 30 küsur yıl önce, o günkü gerçeklikle federasyon teklifli bir yazı kaleme almış ve şu devletlerden bir kısmını o makalemizde de zikretmiştik. Devrin Bulgaristan Cumhurbaşkanının, yazımızdan haberdar olduğunu söyleyemeyiz. Şu hâdise ise yaşanmış bir gerçektir. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Bulgaristan’ı ziyaret ettiğinde Osmanlı devrinde Tuna vilayetimiz olan Bulgaristan’ın Cumhurbaşkanı Petar Mledenov, Türkiye Cumhurbaşkanıyla görüşmelerinde yekten şunu teklif eder:
-Gelin, Türkiye ile Bulgaristan’ı konfederasyon yapalım…
Bu hazırlıksız teklif üzerine Demirel, şunu der:
-Dur bakalım; adama yedirmezler…
Bu yazıyı kaleme alırken o “iyi saatte olsunlar”ın varlığını görmezden gelmiyoruz. Ama bir şeyi daha görmezden gelmiyoruz; Batı basını, artık şunu yazmaktadır:
-Suriye’nin kapısını çalmak isteyen, evvelâ Türkiye’nin kapısını çalmak zorundadır!
Zikrettiğimiz devletlerden bazılarıyla İİT’de, bazılarıyla D-8’de, bazılarıyla NATO’da vs. yollarımız kesişmekte. O yollar, yine devam edecek, gelişen yeni süreçse Türkiye Yüzyılı ufkuyla hayata geçecektir. Unutulmasın ki 1989’da bile biri "bir gün gelecek, Rusya ile Türkiye dost olacaklar" dese o kimseye aklından zoru var diye bakarlardı. Hâlbuki bugün Rusya ile dostuz. Öyle ise bir gerçeği daha terennüm etmeliyiz:
O acı gerçek şudur:
Başvekil Adnan Menderes, 1959’da yardım için Washington, DC’ye gider. Fakat eli boş döner. Dönünce de İskenderun Demir-Çelik fabrikası ve İzmir Aliağa Rafinerisi projeleri üzerine konuşmak ve iş birliği yapmak için Moskova’dan randevu alır. Bu randevu, yardım yapmamış olsa da Beyaz Saray’ın canını sıkar, 27 Mayıs 1960’ta cunta darbe yapar.
Alacak daha çok yolumuz var.
Birlik ve beraberlik içinde hareket edersek kaygılanacak bir durum olmayacaktır. Büyük devletler, isteseler de istemeseler de bir gün yıkılırlar. İnkıtâ dönemi devletleri, ömürlerini tüketmekteler.
Rahim Er / Türkiye Gazetesi
Yorumlar2