Öfke rüzgârı…
- GİRİŞ13.01.2014 07:44
- GÜNCELLEME13.01.2014 07:44
Kapılmışsam o rüzgâra, hakikatin benden yana durması öfkeme ve nefretime malzeme olur. Doğru'lar taraftarlığımın enstrümanı haline gelir. Doğruya doğru olduğu için değil, işime geldiği için doğru derim. Yanlışları da işime yaradığı için bağıra bağıra dillendiririm. Doğru ne kadar da güzel olsa, karşıda kalınca gözden düşer. Yanlış ne kadar çirkin olursa olsan, bu tarafa düştü diye kucakta gezdirilir.
Misal. Sakince bana sorsanız, dershanelerin değil liselerin kapatılması gerektiğini düşünürüm. Kaç zamandır bunu söyleyemez oldum; zira “bu taraf” alınır, “karşı taraf” sevinir. Dershanelerin bir gönül köprüsü olduğunu söylesem çok sevdiğim Nabi Abimin karşısında sayılacağım. Aksine söylesem, gayret ve çabalarına, tevazu ve hürmetlerini binlerce kez şahit olduğum, hatırı bende saklı kardeşlerimin yüreğine ateş salacağım. Bakın, vicdanımı koyacağım köşe kalmamış!
Misal. Rüşvet iğrenç bir suçtur. Küçüktüm; rahmetli babama trafik polislerinin teklifini hatırlıyorum; o gün bugün midemi bulandırır. Büyüdüm, yakınlarının iktidarı üzerinden ihale almalar, araya adam ve nüfuz koyup “iş kapatmalar” yüzünden defalarca mağdur oldum. İşsiz kaldım. Ciddi maddi kayıplarım oldu. Hâlâ da borç içindeyim. Ama günlerdir “yolsuzluğa ve rüşvet”e ses çıkarmayanların tarafında sayılıyorum, sırf sustuğum için. Hak mı bu! Rüşvetçi ve hırsızlar cezasını bulsun dersem, karşı tarafın adamı sayılacak olma korkusunu bana kim hediye etti? İnsaf mı bu!
Misal. Ben o “beddua” yahut “mülaane” sahnesini hiç sevmedim. Aksine korktum, uhuvvetin elden kaymasını gördüm, “vela teziru vaziratun vizra uhra” sırrına uygun gelmedi bana göre. “Âmin” diyecek başka acil dualarım olduğunu söyledim. Bu kadar. O videodan “efektli” hakaret videoları üretenlerin, dua sahibini “İsrail uşağı” diye yaftalayanların da yanında olamazdım. Ama o mülaaneye “âmin” demeyenleri toplu kıyıma maruz bırakmayı, hele de bencileyin bir yazarsa kitaplarını yasaklamayı ve yakmayı da vandallık sayarım. Bakın, vicdanımı koyacak yer kalmamış.
Misal. “Cemaatin evlerinde İncil okunuyormuş” diye katmerli yanlış yapan gazetecinin karşısında olacak kadar cemaatçi sanılmama, iffetli ve onurlu bir hanıma “kedicik” diye hakaret eden gazeteci kardeşimin tarafında olmayacak kadar hükümetçi sayılmama vicdanım el veriyor. Pekâlâ biliyorum ki, İncil üzerinden iftira eden kardeşim de, ulu orta “kedicik” hakareti yapan kardeşim de öfkeleri geçince, pişman olacak, “keşke!” diyecekler-ümidim bu! Bırakın da “keşke!”lerin sığınacağı o vicdanî alanın bekçisi olayım.
Misal. Şu cemaat adına konuştuğu söylenen şahinlere şöyle bir çift sözüm olurdu: Adınızı bilmiyorum. Ne yapmak istediğinizi de anlamış değilim. Dershaneler miydi mesele? Belli ki değil; ateşi yükselttikçe yükselttiniz. Hani hiç durmadan alevlerini alazladığınız yolsuzluk operasyonu muydu mesele? Hadi onu da hallettik diyelim; devirdiniz hükümeti, Recep Tayyip Erdoğan sıfır itibarla döndü köşesine. Sonra ne yapacaksınız, ne elde edeceksiniz?
Siz bir tarafsınız; belli. Bizi niye zorluyorsunuz taraf olmaya? Sizin bu nefret yükünüzü iki bursunu beş yapmaya çalışan gariban esnaf çekmek zorunda mı? Kermes ablaları, hizmetin saf delikanlıları, memurları, öğretmenleri yalınkılıç çıktığınız bu savaşı omuzlamak zorunda mı? Siz kendi fildişi kulenizde rahatsınız diyelim ama onların her adımında Tayyip seven komşuları, yana baksa cemaate küsmüş dostları çıkıyor karşılarına? Onlar için de “zaferden sonra” yaşayacakları steril bir ortam hazırladınız mı? İnsanları tam da kalplerinden kanatmışken siz, saf vatandaşı Tayyip Erdoğan seven yakasından tutup yere çalmışken, her şey bittiğinde, fukara öğrenciler için burs istemeye, yetim ve öksüzler için, Afrika'nın açları için kurban istemeye hangi yüzle gidecek o “taban erleri”? İslam'ın mütebessim yüzü olarak markalaşmış bu cemaatin değerine vurduğunuz darbenin bedelini kim ödeyecek sonra? Farkında mısınız “cemaat” demekten bile korkar olduk. Oysa cemaat rahmetti. Oysa cemaat aynı safta olmaktı. Oysa cemaat sivil durmaktı. Yıktığınıza bir bakın! Yaktığınız ateşin dumanı gelmiyor mu oralara?
Vicdanımın bütün ceplerini yokladım. Sakin. Suskun. Sancılı empati denemeleri yaptım. Vicdanım-ki beğenmeyen olabilir; hatta varlığını sorgulayan da-ilk fısıltısında “acımadınız mı o hasbi adamlara, o hizmet sevdalısı kadınlara?” diye sordu. “Hadi siz topyekûn savaşa çıktınız da, onları niye ardınızda sürüklüyorsunuz? Hadi siz her günün sabahı, her gündüzün akşamı türlü türlü yollarla bir ayrımcılık cephesi kazıp duruyorsunuz, peki ya o adamlar, o kadınlar komşusuyla, kuzeniyle, dostuyla, iş arkadaşıyla hatta eşiyle arasında nasıl kazacak bu cepheyi? Belli ki siz ikiye bölünce hayatı, size kalan parça size yetiyor, peki ya onlar hangi yerinden bölsün biricik hayatlarını? Ya iki parça da işe yaramaz hale geliyorsa!
“Hükümetçi” yaftasını yapıştıracaksanız hiç de alınmıyorum. Bal gibi tarafım ben. Halkın seçtiği meşru hükümet en az seçimlere kadar bu ülkeyi yönetecek. Seçim hakkını seçmenlere bırakmanız beklenir. Başka türlü görevden el çektirmeler “darbe”dir. Darbe, insan onuruna yapılan yolsuzluktur. Darbe, insan onurunun biricik kaynağı iradeyi çalmaktır. Açıkça hırsızlıktır.
Kimin yanındasınız bilmiyorum. Belli ki “kazanmak üzere” çıktınız meydana. Geri çekilmek için bile geç ne yazık ki. Bugün geri çekilseniz bile, yeterince ağır bir enkazın altında kalacağız. Uzun yıllar alacak insanların bunu unutması. Her mahallede her semtte tıkır tıkır işleyen, mütebessim ve mütevazı insanların yürüttüğü “hizmet” çarkını kırdınız. Onarması bize kalacak.
Diyelim ki kazandınız. Bilir misiniz komutan Pirus'un zaferini… Nefretin savaşıdır o… Sonunda Pirus kazanır kazanmasına da, zaferi kazandığı gün zaferi kutlayacak kimse bulamaz yanında… Zaferi kazanan ordu hepten yok olmuştur, zaferle elde edilen şehirde ise insan kalmamıştır.
Zaferi kiminle kutlayacaksınız?
Son sözüm cemaat adına yapılanları/yapıldığı söylenenleri eleştirdiğimde, hatta bu yazının sonunda, gem almaz bir tarafgirlikle bana “bravo!” diyenlere... Sandığınız gibi değil işler. Sizin durduğunuz tarafta durmam, sizin gibi durduğum anlamına gelmez. Eleştiri bir yıkım taarruzu değildir. Eleştiri vicdan borcudur; hatayı yapan insan ile hatanın kendisini aynı kefeye koymamak içindir. Eleştiri, “Hazreti insan” cevheri taşıyan Ademoğlu'ndan ümitlenmek adına, insanı hatadan ibaret görmemek içindir. Eleştiri, Hatayı “Hazret-i İnsan”dan uzaklaştırmak niyetiyledir. Siyah-beyaz değil her şey. Ton ton gri. O gri içinde bana da biraz siyah bulaşır, muhalifimin de beyazları vardır. Marifet, elle dille yapılanların faili kendimiz de olsak, kendi kalbimizin o eylem ve söylemlere buğz edebilecek direnci korumasıdır. Kendimiz yaptık diye, kendimiz söyledik diye kalbimizi de söylediklerimizin eylediklerimizin taraftarı yaparsak halimiz yaman. İşte o zaman biricik sermayemiz “iman”ı kıyısından köşesinden güvelere yedirmiş oluruz. Mesele, muhaliflerimizin elinden ve dilinden de gelse, doğrunun yanında olacak o kalbi içimizde taşımak… Kolay değil ama zafer böyle kazanılacak… Ve içinden hep beraber çıkacağız; hata ettiğini anlayıp tövbe edenlerimizle, haklı olduğu ortaya çıktığında kibirlenmemek için yine tövbe edenlerimizle…
Hakkın hakikatin yanında durabilmek için şimdi Hucûrat'a ve Nasr'a çalışmak gerektiği kanaatindeyim.
Bir de hatırlatma: Fitnenin içinde fitneye karşı söylenmiş vicdanî sözlerin bile alevi harladığı gerçeğini geç de olsa anladım. Bir süre-belki de hepten-twitter.com/senaidemirci ve facebook.com/senaidemirci hesaplarımı askıya aldım. Buna “Meryem Orucu” deniyor. İftarı beraber yaparız ağız tadıyla inşallah.
Yorumlar11