Ayasofya’daki evliya ve melekler
- GİRİŞ03.08.2020 09:03
- GÜNCELLEME03.08.2020 09:04
Çocuk denecek yaşta Osmanlı tahtına geçen IV. Murad, üzerindeki baskıları 1630’lu yıllarda atacak ve saltanatın dizginlerini ele alacaktır. Sık sık tebdil-i kıyafetle çarşı-pazarda gezerek halkın nabzını yoklayan Sultan, cuma selamlıklarını İstanbul’un en büyük camisi Ayasofya’da icra ettiği gibi ramazanlarda da teravihlerini Saray yerine, burada kılacaktır.
Bir Ramazan gecesi, Hünkâr mahfilinde namazını eda eden Sultan’ın kulağına her zamankinden farklı bir ses gelir. Kendisi de bir musıki ustası, bir bestekâr olan Sultan, usulüne uygun aşr-ı şerif okuyan bu etkileyici sese kayıtsız kalamaz ve sahibini tanımak ister. Sesin sahibi, hocası tarafından Sultana takdim edilen Ayasofya medresesi talebelerinden bir gençtir. Sultan bir süre sonra bu genci saraya davet eder. Henüz yirmili yaşlarda olan bu gencin sadece sesinden değil; zekâsından ve hazırcevaplığından, özellikle de Sultanın karşısındaki özgüveninden etkilenir. Bir şeyler okuması istendiğinde verdiği cevap, Sultanı bir kere daha şaşırtır.
Sadece sesi ile ilgilenildiğini düşünen bu maharetli genç; “Padişahım yetmiş iki ulûmden Farisî mi ve Arabî mi, Rumî mi ve İbranî ve Süryanî ve Yunanî ve Türkî ve şarkı ve varsağı ve kâr u nakş ve savt u zecel ve amel u zikr ve tasnıfât ve kavlı ve hazengir veyahut ebyât-i eş’ârdan bahr-i tavîl ve kasâid ve terci bend ve terkib bend ve mersiye ve îdiyye ve mu’aşşer ve müsemmen ve müsebba’ ve müseddedes ve muhammes ve penc-beyt ve gazeliyat ve kıt’a ve müselles ve dübeyt ve müfredat ve mu’anniyât-i ilahiyatından ne murad-ı şerifiniz olursa be ser ü çeşm buyurun okuyayım” diye cevap verir.
Dönemin bilinen şark ve garp dillerinden şiir, şarkı, ilahi, gazel vs. gibi her şeyi makamına uygun okuyabileceğini iddia edip Sultanı şaşkına çeviren bu genç kimdi dersiniz.
Sultan, gencin oldukça soylu ve uzun yıllardan beri Sarayla ilişkisi olan musahibi (danışmanı diyebilirsiniz) Mehmet Zilli’nin oğlu olduğunu öğrenince hayreti daha da artar. Bir taraftan sık sık görüştüğü babasının bu yetenekli gençten hiç söz etmemesine kızarken; diğer taraftan da bu durumu fırsata çevirmeyen musahibine olan saygısı artar ve bu gencin de musahipleri arasına alınasını emreder.
Evet, bu yetenekli genç adam Ayasofya Medresesi talebelerinden olup, daha sonra Türk kültür tarihinin en büyük eseri olan on ciltlik ansiklopedik seyahatnameyi hediye eden Evliya Çelebi’dir. En az Ayasofya kadar dünya kültür mirasının bir şaheseri olan Seyahatnâmesi hâlâ ilgi ile okunmakta, anlattıkları araştırılıp doğrulanmaktadır. Muhteşem eseri hakkındaki değerlendirmeler bir yanda kalsın, biz Ayasofya’daki bazı gözlemlerine bakalım:
Ayasofya Medresesi talebesi, gözlem yeteneği tartışmasız olan ve her gördüğünü adeta bir kamera gibi kaydeden Evliya’nın Ayasofya hakkında yazdıkları, Sultan’a verdiği cevaplardan daha şaşırtıcıdır. Bir taraftan Ayasofya hakkındaki folklorik malzemeyi derleyen Evliya; diğer taraftan da yaptığı gözlemleri ile bugünkü bazı bilgilerimizin yanlış olduğunu söylemektedir.
Malum, kiliseden camiye çevrilen Ayasofya’nın bugün de en çok tartışılan konusu duvarlarındaki tasvirlerdir. Fatih Sultan Mehmet eliyle camiye çevrilince bu tasvirlerin de özel bir boya ile kapatıldığı ve Sultan Abdülmecid zamanında Fosatti kardeşlerin restorasyonu sırasında ortaya çıkarıldığı ileri sürülür.
Oysa Ayasofya’nın içinden çıkan Evliya bunun aksini söyler. 17. yüzyılın ortalarında bu resimlerin görüldüğünü ve kubbe ve duvarlardaki muhteşem Karahisarî tarzı hatların da IV. Murat zamanında ilave edildiğini yazar. Fetihten itibaren yaklaşık iki asır boyunca o tasvirlerin altında namaz kılan sultanların, âlimlerin, ermişlerin hülasa bilcümle ehl-i imanın namazlarının sıhhatini tartışmak bizim işimiz de haddimiz de değildir. Bu konuda fikir beyan eden bazı kendini bilmezleri bir yana bırakıp Evliya’nın “fukaralar kâbesi” diye nitelediği Cami-i Kebir’de gördüklerine kulak verelim:
Bütün dünyanın hayran olduğu ana kubbe ve etrafı hakkında derlediği ve bugün yeniden araştırılmaya değer rivayetleri naklettikten sonra; kubbe ve duvarlardaki “eşkâl-i acîbe ve garîbe” dediği sihirli tasvirlerin “im’an-ı nazar”, yani dikkatle bakıldığında adeta canlı görüldüklerini söyler. Bu tasvirlerin dışında dört köşede birer melek tasvirinin olduğunu söyleyen Evliya; “hâlâ kanatlarını açıp duran” Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail’in Ayasofya özelindeki manalarını anlatır. Evliya, on yedinci yüzyılın ortalarında bu tasvirleri gördüğünü; -yani Fatih zamanında kapatılmadıklarını-; “zikrolunan dört sûret‑i mehîb râyegândır” ifadesiyle anlatır.
Peki, biz neyi tartışıyoruz, ehl-i basar için bundan ötesi var mıdır?
Lafı uzatmadan bir müjdeyi verelim: Ayasofya Cami-i Kebir’i ibadete açılmadan önce Ayasofya ile Evliya Çelebi’yi yeniden araştırmak üzere Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde iki merkez kuruldu. Bu merkezlerde, tarih içinde Ayasofya’nın geçirdiği onarımları ele alan çalışmaları ve halen Ayasofya’nın altında süren araştırmasıyla Hasan Fırat Diker ve dünyada sayılı Evliya Çelebi uzmanlardan olan Musa Duman’ın koordinatörlüklerinde yapılacak çalışmalar, bildiğimiz birçok yanlışımızı da düzeltecektir.
YENİŞAFAK
Yorumlar1