Türkiye nereden nereye?
- GİRİŞ24.08.2020 08:16
- GÜNCELLEME24.08.2020 08:16
1910 Nisanı’nda İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey, Meşrutiyet idaresini geri getirmiş, dünya ile yakınlaşma çabası içinde olan Osmanlı hükümetine ulaştırmak üzere Londra’daki büyükelçi Tevfik Paşa’ya şu notayı verir: “İngiltere hükümeti Meşrutiyet idaresini benimseyen Osmanlı hükümetine sadece manen değil maddeten de yardımcı olmaya hazır ise de kendi menfaatlerini başka bir ülkenin menfaatlerine feda edemez.”
Bu uyarı, uluslararası ilişkilerde kısmen kabul edilebilecek olan notadan ileri bir şeydi. Aslında İngiltere, aba altından sopa gösterip Türkiye’yi tehdit ediyordu. Mesele II. Abdülhamid zamanında başlayan Osmanlı-Alman yakınlaşması ve Bağdat Demiryolu idi. İngilizler, ekonomik sıkıntı içinde olan Osmanlı hükümetinin gümrük vergilerini artırmak için yaptığı girişimlerini bahane ederek, Almanların sürdürdükleri Bağdat Demiryolu inşasında ortaklık talep ediyorlardı. Nitekim bu mesele basit bir talep olarak kalmamış, Birinci Dünya Savaşı’nın sebeplerinden biri olmuştu.
Peki İngilizlerin Osmanlı Devletini tehdit edecek kadar önemli olan bu talebin sebebi neydi dersiniz?
İngilizlerin iştahını kabartan ve çılgına çeviren şey; o sırada Osmanlı hakimiyetinde olan Irak petrolleriydi.
20. Yüzyıl’ın başında Basra Körfezi ve Musul’da petrolün keşfedilmesi bir çok Avrupalı sermayedarın iştahını kabartmıştı. Daha doğrusu zaten bilinen hatta kendiliğinden yüzeye çıkan ve halkın günlük ihtiyaçları için kullandıkları petrolün savaş gemilerinde ve endüstride de kullanılmaya başlanması, güçlü devletlerin ihtiraslarını kabartırken; buna sahip olan zayıf devletleri de, bugün olduğu gibi rekabet sahasına çevirmişti.
Osmanlı Devleti’nde önemli petrol rezervleri olmasına rağmen bunları işletecek ne bir sermaye ne de teknoloji vardı. Bu yüzden Birinci Dünya Savaşı’ndan çeyrek asır önce, bir tedbir olarak Sultan Abdülhamid, Musul ve civarındaki petrol işletme imtiyazını kendisine doğrudan bağlı Hazine-i Hassa’ya alıp bir koruma kalkanı kurmuştu. Ancak bu durum İngiltere, Almanya, Fransa ve hatta Rusya arasında amansız bir rekabet doğurmuştu. Bu rekabeti Osmanlı Devleti’nin iktisadi kalkınması için kullanmaya kalkan Sultan Abdülhamid, 1901 yılında Hazine-i Hassa’nın kontrolünde olan petrol işletme imtiyazını bir İngiliz firmasına verdikten iki yıl sonra da Almanlar ile Bağdat Demiryolu inşası anlaşması yapmıştı. Almanlar bu imtiyaz ile yetinmediler; bölgedeki petrolü arama ve çıkarma hakkını da elde etmek istediler. Maalesef iyi niyetle atılmış bu adım, ülkeyi yavaş yavaş felakete doğru sürüklemiştir.
Neden mi? Kaynağa sahip olanın bilgi ve sermaye birikimi, bu kaynağı kullanmasına yetmediğinden. İşte yukarıda naklettiğimiz Sir Edward Grey’ın ağzından çıkan İngiliz tehdidi de bu şartlar altında gerçekleşmişti.
Tabii ki, mesele bununla kalmayacak ve İngilizler Irak’ta petrol imtiyazının doğrudan D’Arcy Grubu’na verilmesinde ısrar edeceklerdir. Eli kolu bağlı, imkanları zayıf, toprak kaybetmeye başlayan, kaybettiği topraklardan yüzbinlerce göçmeni karşılamak zorunda kalan Osmanlı hükümeti, zorunlu olarak İngilizler ile masa muhabbetini sürdürecektir. Londra’da İbrahim Hakkı Paşa ile Sir Edward Grey arasında sürdürülen uzun müzakerelerden sonra, petrol konusunda bir ara formül üzerinde uzlaşılmaya varılacaktır. Buna göre; bölgedeki petrol üretiminin %50’si İngiliz D’Arcy grubuna; %25’i Osmanlı Petrol Şirketi’nin ortaklarından Deutsche Bank’a, %25’i de başka bir Anglo-Sakson petrol şirketine verilecektir. Neticede bu anlaşmadan karlı çıkan İngiltere olacaktır. Eli güçlü bir şekilde Birinci Dünya Savaşı’na girecek, elde ettiği bu imtiyazları kendi ortaklarına da onaylatıp bugünkü Ortadoğu’nun zeminini hazırlayacaktır. Nitekim petrol zengini Ortadoğu ülkelerinde de aynı oyun sergilenecektir.
Şimdi bu hikayeden nereye geldiğimize bakalım.
Türkiye uzun zamandır, kendi imkanlarıyla, oluşturduğu bilgi birikimi ve uzmanlarıyla; hem Karadeniz ve hem de Doğu Akdeniz’de sürdürdüğü petrol/doğalgaz arama faaliyetinin ilk sonucunu elde etti. Geçen Cuma günü Sn. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye ve Dünya ile paylaştığı bu müjde; dünyada şok etkisi yarattı. Ancak bu yeni gelişme, Birinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi aç kurtları Türkiye’nin üzerine salmadı, salamadı.
Ben, Karadeniz’de bulunan rezervin miktarı, ne zaman işletilebileceği ve Türkiye ekonomisine katkısının oranı, hatta Hatice teyzenin mutfağına nasıl yansıyacağı ile ilgilenmiyorum. Onlar birer hesap işidir. Zaten muhtemelen yapılmış ve yapılmaya devam etmektedir. Ancak burada ilgilendiğim asıl mesele şudur:
Türkiye 110 yıl sonra yeniden dünya enerji piyasasının aktörü olmuştur. Ancak bu sefer eskinin aksine, kimseye ihtiyaç duymadan kendi öz kaynakları ve bilgi birikimiyle bölgesel ve küresel dengeleri kurabilecek bir aktör olmuştur. Türkiye şimdiden bölgesindeki petrol ve doğalgaz üreticilerinin eski ittifaklarını etkileyecek bir konuma yükselmiştir. Doğu-Batı eksenindeki köprü vasfı, sadece bir enerji koridoru olarak kalmamış, bir üretici olarak, daha güçlü hale gelmiştir. Jeopolitiği, nüfusu ve ekonomik büyüklüğüne oranla uluslararası yönetişimde uzak tutulmak istenen Türkiye’ye dünya artık mecbur olmuştur. Bu buluş sayesinde nerdeyse üç yüzyıldır mihverinden kaymış olan Kuzey-Güney ekseni şimdi çok daha yakındır.
Bu yüzden Karadeniz Türkiye için, Ortadoğu, Kuzey ve Sahraaltı Afrika için hatta dünya için bir müjdedir. Kutlu olsun.
YENİŞAFAK
Yorumlar2