Hacı Bayram’dan kaçırılan Kâbe imamı

  • GİRİŞ14.09.2020 10:47
  • GÜNCELLEME14.09.2020 10:47

İlkeler yanlış olabilir ama bir gün düzeltme ihtimali olduğu için ilkesizlikten evladır. Çünkü ilkesiz bir anlayış, bir inanış ve hele davranış sürekli hata üstüne hata yapmaya sebep olur. Hele sürekli başkalarına zarar vermeyi, başkalarının hesabına iş yapmayı prensip edinen ilkesizlik; devlet işlerinde, toplum idaresinde ve özellikle dini hayat ile ilgiliyse mâzallah zulmü doğurur.

2012 yılı Nisan ayında Ankara’dan başlayan masum bir talep, Suudi Arabistan’ın (SA) bütün üst kurumlarını harekete geçirir. Restorasyonu tamamlanan Hacı Bayram Veli Camisi’nin açılış töreni için Ankara Büyükşehir Belediyesi, o tarihte Kâbe’nin birinci imamı olan Mahir el Muaykalî’yi açılışa davet eder. Bir mabedin açılışına bir din adamının, SA Büyükelçiliği aracılığı ile davet edilmesinden daha tabii ne olabilir ki?

Ama öyle değil. Bu resmi davet telgrafı, Ankara’dan yola çıktıktan sonra SA Dışişleri’ni, İçişleri Bakanlığı’nı, Vakıflar Bakanlığı ve Kâbe İşleri Genel Müdürlüğü’nü harekete geçirir. 15 Nisan 2012 (23 Cemaziyelevvel 1433 tarih ve 161565/3/7 numara ile) tarihiyle başlayan yazışma ilginç çözümlemeler öngörür. Anlaşılan önce Ankara’daki elçilikten Hacı Bayram Veli Camii’nin mevkii ve etrafı hakkında malumat istenmiş veya büyükelçi bu malumatı önceden vermişti. Suudi protokolünde önemli bir yeri olan Kâbe imamının gideceği yerin çevre güvenliği bakımından böyle bir yazışmada yer alması makul olabilirdi. Ama işin aslı bu değildi. Mesele çevre güvenliği değil, tamamıyla iman ve itikatlarının güvenliğiydi.

Hacı Bayram Veli’nin kabrinin bitişiğindeki caminin açılışına Kâbe imamının gitmesi Vehhabiliğin inanç ilkelerini zedeleyebilirdi. Gerçi büyükelçi görevini hakkıyla yapmış ve türbe ile cami girişinin ayrı olduğunu telgrafında özellikle bildirmişti. Ama yine de yukarıda adı geçen bakanlıklar telaşlanmışlardı. Ne de olsa, yazışmalarda söylendiği gibi hassas bir mevzuydu. Vehhabi itikadına göre türbe yapmak, mezarların belirgin bir şekle büründürülmesi şirkti. Hatta bu yüzden Medine’yi işgal ettiklerinde Hz. Peygamber’in türbesini bile hedef almışlar ama yıkmaya cesaret edememişlerdi. 1925’ten sonra ise Medine’deki sahabe türbelerinin içinde yer aldığı Cennetülbakiyye Kabristanı’nı dümdüz etmişlerdi. İnanç ve itikatlarına en büyük tehdit olan ve en belirgin şirk alameti sayılan bir türbenin yanındaki camiye gitmek, orada ibadet etmek itikatlarına ters düşüyordu.

O sıralarda Türkiye-SA ilişkileri normal seyrediyordu. Kral Abdullah bir taraftan bölgesel dengeleri düzenlemek arzusunda idi, ama sokağı kontrol eden din adamlarından da korkuyordu. Cidde’de karma bir üniversiteyi dönemin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ile birlikte açarken söylediklerini bizzat yanında olanlardan duymuştum: Açılış sırasında Kral, mevkidaşına kısık bir sesle, daha çok şey yaparak ülkeyi dönüştürmek istediğini ama ulemanın direncinden çekindiğini söylüyordu.

İşte bu atmosferde gerçekleşen yazışmalar şöyle sonuçlanacaktı: İlgili bakanlıklar ve muhtemelen Kâbe imamı kendi aralarındaki neredeyse bir ay süren istişarelerden sonra, Bakanlar Kurulu Başkanlığı’nın gizli bir genelgesi ile 16-17 Haziran tarihinde, ziyaretin yapılmamasının uygun olacağına karar verildi.. Bu karar, SA Dışişleri Bakanlığı tarafından yine gizli işareti ile 17 Mayıs 2012 tarihinde, gerekçesi de yazılarak Ankara’daki elçiliğe bildirildi. Gerekçede, böyle hassas bir meselenin yani Hacı Bayram Veli Türbesi’nin yanındaki bir cami açılışına gitme konusunda Kâbe imamının çekinceleri olduğu, zira böyle bir ziyaretin bazı sorgulamaları da beraberinde getireceği vurgulandı. Davetin uygun bir bahane ile reddedilerek Türk hükümetine bildirilmesi istendi.

Nitekim öyle oldu. Hacı Bayram Veli’nin korkuttuğu Kâbe imamı törene katılmadı. Peki, sonra ne mi oldu? Birinci imam da değişti ve bu sefer daha büyük sorgulamalara sebep olan ve geçmişte Filistinliler ve Kudüs için ağlayıp arkasındakileri ağlatan riyakâr Sudeysî öne çıktı. O, türbeden korkan ifrat akidesini; Hz. Peygamber’i ve onun vefatı sırasında rehin kalmış olan zırhını kullanarak İsrail ile yakınlaşmanın dini gerekçesi yapıp tefrit denizine taşıdı.

Oysa başka bir yoruma, bir mezhebe özellikle tasavvufa tahammül etmeyen ve yasalarının esasını yeni Selefilik üzerine bina eden bu ilkesizler de Kur’ân’ın ısrarla; “İfrat ve tefritten” uzaklaşıp “ümmeten vasata” (Bakara suresi, 143) yani orta yolu benimseyen bir ümmet, bir Müslüman topluluğu istediğini bilirler. Ancak kendi meşrulukları sarsılmasın diye bu düşünceyi savunan her fikri reddeder, hedef gösterip şirk alâmeti sayarlar. Tabii olarak, Hacı Bayram gibi mutasavvıflardan hatta türbelerinden bile korkarlar. Nitekim son zamanlarda Körfez’de Osmanlı aleyhinde geliştirilen propagandalara, bu tür şahsiyetlerin müşrik olduğu safsatasını yerleştirip Türkiye aleyhtarlığı yapmaktadırlar.

Bütün bu yazdıklarım sadece SA’ya bir mesaj olarak algılanmasın. Ülkemizdeki tartışmalara, SA destekli Selefi çağrılarına daha doğrusu çığırtkanlıklarına bakıp ne dediğim anlaşılsın. Bütün tarihi yaşanmışlığı, tecrübeyi ve en bitkin zamanlarda bile sadece tortusu Müslüman toplumları ayakta tutan İslâm medeniyetini reddeden ve Türkiye’de kurumlaşmaya başlayan bu anlayışlara karşı uyanık olun.

YENİŞAFAK

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat