6.2’lik sarsıntı vicdan faylarını kırmaya yetti!
- GİRİŞ25.04.2025 08:46
- GÜNCELLEME25.04.2025 08:46
27 Aralık 1939’da meydana gelen 7.9 şiddetindeki “Erzincan depremi”nde tam 116 bin bina yerle bir oldu.
Depremde 32 bin 962 kişi hayatını kaybederken, 100 binden fazla vatandaş da yaralandı.
Yaralıların çoğu eksi 20 dereceye varan soğuk nedeniyle donarak can verirken kimi de devrilen sobalardan çıkan yangınlarda yanarak öldü.
Depremde yıkılan cezaevi duvarları sayesinde özgürlüklerine kavuşan mahkûmlar bile askerlerle omuz omuza vererek enkaz altında kalan vatandaşları kurtarmak için zamanla yarışırken, kötü kalpli fırsatçılar acıyı ranta çevirmenin derdine düştü.
Depremde yaşanan olumsuz hadiselerle ilgili Meclis'e bilgi veren dönemin İçişleri Bakanı Faik Öztrak,
‘‘Felaketten kurtarmak için her şeyi yapmak lazım iken vatandaşlarımızın bazı tecavüzlere uğradıkları rivayetini duydum. Mesela bunlardan bir tanesi, bir kadın enkaz altında kalmış, kolu dışarda imiş, bileziklerini almak için kolunu kesmişler, bu kadın şimdi hastanede imiş. Başka bir rivayet, yağma olmuş, hırsızlık olmuş.” diyerek felaket bölgesinde yaşanan insanlık dışı hadiseleri aktardı.
Tam 59 yıl sonra, takvimler 27 Haziran 1998’i gösterdiğinde bu kez Adana, 6.3'lük depremle sarsıldı.
142 insanımızın can verdiği depremin ardından harekete geçen kötü kalpli insanlar, “Biraz sonra çok şiddetli deprem olacak. Evleri terk edin” şeklinde dedikodular yaymaya başladı.
Halk arasında “Panik çıkarma” amacı taşıyan bu söylentilerin çıkarılma sebebi kısa sürede anlaşıldı.
İnsanlıktan nasibini almayan aç gözlü hırsızlar, dedikodular sonrası korkudan girilemeyen evleri ellerini kollarını sallayarak yağmalıyordu.
Sadece bir yıl sonra, 17 Ağustos 1999’da ise bu kez Marmara bölgesi depremle yıkıldı.
Depremin vurduğu yerleşim merkezlerinde herkes enkaz altında kalan yakınlarını kurtarmanın derdine düşmüşken, tıpkı bir önceki yıl Adana depreminde olduğu gibi yağmacılar yeniden ortaya çıktı.
Depremin ilk paniği atlatıldıktan sonra Bursa, Yalova, İzmit, Adapazarı ve İstanbul’da özellikle marketlerin ve elektronik eşya satan mağazaların, hatta eczanelerin bile yağmaladığı ihbarları gelmeye başladı.
Gruplar halinde dolaşan hırsızlar, kapıları kırarak evlere ve işyerlerine giriyorlar, altın, para, elektronik eşya, hatta alkollü içecekler dâhil ne bulurlarsa yağmalayıp gidiyorlardı.
Mallarına kastedenlere karşı örgütlenen halk, ellerindeki otomatik av tüfekleriyle sokaklarda nöbet tutarak evlerini ve işyerlerini korumaya çalışıyordu.
Kimi depremzedeler ise valilik tarafından kurulan “çadırkent”e yerleşmek yerine, her türlü olumsuz hava koşullarına rağmen evlerinin önlerinde beklemeyi tercih ediyor, yıkıntıların önünden ayrılmak istemiyordu.
Bir depremzede içinde oldukları bu zor durumu, “İki gün önce komşumuzun eşyaları çalındı. Bütün eşyamız enkaz altında. Onları çıkartmak için vinç de bulamıyoruz. Bu nedenle evimizin önünde yatıyoruz” sözleriyle anlatıyordu.
Yağmura ve çamura rağmen evin önünden ayrılmayan bir başka depremzede ise “Yetkililer ‘çadırkente gidin’ diyor ama buradaki malımızı mülkümüzü kim koruyacak” diyerek, içerisinde oldukları durumun vahametini gözler önüne seriyordu.
“Hırsızlık” iddiasıyla gözaltına alınarak karakola götürülen zanlılar üzerinden çıkan nakit paralar, altın takıları, araç ruhsatları ve oto teypleri, deprem fırsatçılığını ziyadesiyle özetliyordu.
Emin Çölaşan gibi yandaş yazalar bile Bülent Ecevit Başbakanlığındaki dönemin koalisyon hükümetine, “Hırsızlık, yağmacılık, vurgunculuk ve karaborsa mutlaka önlenmeli” sözleriyle, sitem ediyordu.
Şikâyetlerin artması üzerine harekete geçen hükümet yetkilileri Adapazarı ile Düzce’deki polis ve askerlere, yağmacılara karşı silah kullanma yetkisi tanıyarak, “vur emri” vermek zorunda kalmıştı.
Maalesef sınırlı sayıda da olsa benzer bir tablo, 11 ilde yıkıma sebep olan ve 53 binden fazla vatandaşımızın can verdiği Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat depremlerinde de yaşandı.
Bazı ruh hastaları ev ve işyerlerine dadanırken, kimileri ise bir adım ileri giderek bölgeye gönderilen yardım tırlarını yağmaladı.
Tabii!
Yukarıda örneklerle anlatmaya çalıştığımız kriminal vakaların yanında, her felaketin ardından patlak veren “etiket hırsızlıklarını” unutmamak lazım.
Vicdan fayları yerle bir olmuş bazı aç gözlüler, henüz sallantıların bitmesini bile beklemeden hayati öneme haiz ürünlere anında fahiş zamlar bindiriyorlar.
Hatırlayınız...
6 Şubat 2023’te, o soğuk kış gününde meydana gelen 7.7 ve 7.6’lık ikiz depremlerin henüz ilk gününde 89 liradan satışa sunulan polar battaniyelerin fiyatı bir anda 182 liraya çıkmıştı.
Depremden zarar gören illerde 3-4 bin liradan başlayan kiralar ise 15-20 bin lirayı bulmuştu.
Bölgeye yardım ulaştıran bazı vatandaşların da güzergâh üzerinde bulunan bazı dinleme tesislerinde 25 TL’lik çorbayı 240 TL’ye içmeleri infiale yol açmıştı.
Doğrudan vatandaşın parasını gasp etmeye yönelik “sahte ilanları” ise saymıyorum bile.
Maalesef aynı tablo, önceki gün İstanbul’u 6,2 ile vuran depremin ardından da yaşandı.
E-ticaret sitelerinde satılan deprem çantası ve çadır fiyatlarına fahiş zamlar yapıldı.
Yeni evlerin fiyatı ise aynı gün zirveye çıktı.
Hiçbir binanın yıkılmadığı bir sarsıntıda bile fiyatlar böyle uçuyorsa, maazallah olası bir felakette yaşanacakları siz düşünün…
Dolayısıyla!
“Deprem” kuşağında yer alan Türkiye’de bence ilk mücadele etmemiz gereken sorun işte bu “ahlaki olmayan fırsatçılık” ile olmalı…
Zekeriya Say / Haber7
Yorumlar6