Zındık mı, Şehit mi? Beş Asırlık Bir Tartışma ve Molla Lütfi’nin Dramı

  • GİRİŞ10.12.2024 12:08
  • GÜNCELLEME16.12.2024 12:09

Meşhur mizah ustası Nasrettin Hocanın torunu Hızır Bey büyük bir âlimdi. Dönemin Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in iltifat ve itimadına mazhar olmuş, fetihten sonra İstanbul kadılığına getirilmişti.

Hızır Beyin, Molla Sinan adında çok zeki bir oğlu vardı. Büyük dedesi Nasrettin Hoca gibi filozof yanı ağır basardı.

Fatih, İstanbul’u hür düşüncenin merkezi haline getirmişti. Milattan önceye ait Yunanca elyazmalarını okur, filozofları etrafında toplar Platon’u, Aristo’yu tartışırdı. Dünyanın en ünlü bilim ve sanat adamlarını İstanbul’a çağırır, onların bu şehirde yerleşmelerini ve talebe yetiştirmelerini isterdi.

Böylesi bir düşünce ortamında Molla Sinan’ın kendini göstermesi kolay olmuş, kısa zamanda babası Hızır Bey gibi Sultan Fatih’in sevgi ve itibar gösterdiği önemli adamlardan biri haline gelmişti. İlmiye sınıfından yetişmesine rağmen vezirlik makamıyla onurlandırılmış, bu tarihten sonra “Hoca Paşa” diye anılmaya başlanmıştı. (İstanbul’da bugün hala aynı isimle anılan Hocapaşa semti ondan yadigârdır.)

Sinan Paşa da Sultan Fatih gibi Yunanca ve Latinceyi iyi bilirdi. Klasik Batı medeniyetinin temelini oluşturan birbirinden değerli eserleri birlikte tetkik etmişlerdi. Bu eserlerden bazıları Bizans İmparatorundan intikal etmiş, bir kısmı da bizzat Fatih tarafından dünyanın dört bir yanından toplanıp İstanbul’a getirilmişti. Topkapı Sarayında toplanan bu eserlerden yeterince istifade edilebilmesi için ciddi bir tasnif gerekiyordu. Sultan Fatih, Sinan Paşadan bu işi yapabilecek birini bulmasını istedi. O da kendi talebelerinden Tokatlı Molla Lütfi Efendiyi tavsiye etti.

'BİR HAZİNENİN ORTASINA DÜŞMÜŞ GİBİYDİ'

Sinan Paşa, Sarı Lütfi olarak da bilinen bu talebesini çok sever, ilerde kendi yerini dolduracak kişinin o olduğunu düşünürdü. Bağlısı olduğu meşhur mutasavvıf Şeyh Vefa Efendi’ye onu da mürit yapmış ayrıca kardeşi Yakup Paşanın kızı ile evlendirip aileye damat olarak almıştı.

Molla Lütfi Efendi, kendisine verilen görevi kısa zamanda büyük bir başarı ile tamamladı. Yapılan çalışmadan memnun kalan Sultan Fatih onu saray kütüphanesinin başına getirdi. Genç Molla, bir hazinenin ortasına düşmüş gibiydi. Bütün zamanını bu kitaplara ayırıyor, kimsenin kolayca ulaşamayacağı eserleri yutarcasına okuyordu.

Bir müddet sonra hocasının yıldızı sönmeye, saray ve ilim çevreleriyle arasına soğukluk girmeye başladı.  Sinan Paşa, felsefede reybilik (şüphecilik) akımında ileri gitmiş, şüpheciliği hakikate ulaşmada vasıta değil bizzat amaç olarak görmeye başlamıştı. Üstelik cinnet belirtileri sergiliyordu.

O dönemde cinnet geçirenler tedavi amaçlı olarak dövülürdü. Sultan Fatih, eski hizmetleri ve ilim çevrelerinin ricaları üzerine hocalıktan ve vezirlikten azletmekle yetinerek Sivrihisar’a nefyetti.

Molla Lütfi Efendi ise candan bağlı olduğu hocasını kötü günlerinde yalnız bırakmadı. Onunla birlikte sürgüne gitti ve sürgün yılları boyunca da yanından hiç ayrılmadı. 

ELEŞTİRİLERİNİ ULUORTA SÖYLEMEKTEN ÇEKİNMEZDİ

Beş yıl sonra Fatih’in ölümü üzerine hocası ile birlikte yeniden İstanbul’a döndü. Yeni Padişah II. Beyazıt tarafından önce Bursa’daki Yıldırım Beyazıt Medresesinin müderrisliğine arkasından Filibe’deki Şahabettin Paşa Medresesinin başına getirildi.

Sonrasında bizzat Padişah tarafından İstanbul’a çağrıldı. Dönemin en iyi üniversitelerinden biri olan Sahn-ı Seman Medreselerine müderris olarak atandı. İlim meclislerinin dışında harp meclislerinde de Padişahın yakınında oldu. Sözlerine ve fikirlerine itibar edildi.

Ona gösterilen ilgi ve teveccühün birtakım kıskançlıkları da beraberinde getirmesi kaçınılmazdı. Üstelik Molla Lütfi pervasız bir adam, sıra dışı bir âlimdi. Dilini tutmasını bilmez, eleştirilerini uluorta dile getirmekten çekinmezdi.

“İlmin izzetini korumak” adına zahiri bir gösterişe girip sıradan vatandaşlarla araya mesafe koyan medrese hocalarını acımasızca eleştirir, pazarlarda, kahvelerde dolaşır, kendisine tahsis edilen arabaya binmez, sokaklarda atla gezer, sade giyinir, sade yaşardı.

Hatipzâde Muhyiddin Efendi başta olmak üzere bu eleştirilere muhatap olan medrese hocalarının rahatsızlığı düşmanlık derecesine çıkmıştı.

Ne var ki ona dokunmak kolay değildi. Molla Lütfi Efendi, arkası olan biriydi. Padişahın itimadı bir yana, Şeyh Ebul Vefa ve hocası Sinan Paşanın nüfuzu ona ayrı bir dokunulmazlık sağlıyordu. Kim bilir, bu kadar pervasız olmasının sebebi belki de buydu.

MEDRESEDE ANLATTIKLARI PADİŞAHIN KULAĞINA GİDER

Şeyh Ebul Vefa ve Sinan Paşanın peşi sıra ölümlerinin ardından Molla Lütfi Efendi bir anda yapayalnız kaldı.

Özellikle hocası Sinan Paşanın aykırı fikirlerini ve sürgün sebebini bilenler, onu yakın takibe almış, medresedeki talebeleri arasına bir casus yerleştirmişlerdi.

Molla Lütfi Efendi, bir gün medresedeki derslerinden birinde şöyle bir hadise nakletti:

“Hazreti Ali Efendimiz, bir muharebede yaralanmış, bacağına saplanan ok kırılarak vücudunda kalmıştı. Yaradan kanlar akıyor, ancak acıya tahammül edemediği için bu parçayı çıkartamıyorlardı. Nihayet Allah’ın aslanı, ‘Ben namaza durayım, parçayı o sırada alın’ dedi.

Namazda kalbini Cenâb-ı Hakka öyle bir raptetti ve o derece vecde geldi ki, cerrahlar ok parçasını çıkardıkları halde farkında bile olmadı.

İşte mollalar! Namaz dedikleri budur. Bizim kıldığımız namaza bunun yanında namaz mı denir? Bizimki kuru bir eğilip doğrulmadır...”

Bu sözler, bağlamından koparılmış halde Padişaha ulaştırıldı: 

“Molla Lütfi de aynen hocası Sinan Paşa gibi cinnet geçirmeye başladı. Medresede ders anlatırken, namazın kuru kuruya eğilip doğrulmak olduğunu söylemiş. Zihinleri karıştırıp mollalar arasına fitne sokuyor” dediler.

Padişah, Eftalzâde Molla Hamîdüddin Efendinin riyasetinde kurulacak bir mahkemede olayın soruşturulmasını istedi.

Mahkeme kuruldu.                        

Eftalzade’den başka Molla Arap, Molla İzari,  Molla Ahaveyn ve Hatipzade Muhyiddin Efendiden oluşan mahkeme heyeti, iki gün süren uzun bir sorgulama yaptılar.

Mahkemeyi iki yüz kişi şahit olarak izledi.

Sorgulama sonunda Efdalzade ve Ahaveyn Efendiler kendisinde herhangi bir itikat noksanlığı bulunmadığını beyan ettiler. Fakat Molla Arap, Hatipzade ve Molla İzari, ondan kurtulmak için zındıklığa sapmış olduğunu söyleyerek katlinin vacip olduğu yönünde fetva verdiler.

Aynı zamanda devrin Şeyhülislamı olan Efdalzade onların bu hükmünü onaylamadı. Mahkeme sonucunu olduğu Padişah’a gönderip hükmü ona bıraktı. Padişah da hiçbir işlem yapmayıp dosyayı beklemeye aldı. Molla Lütfi Efendi bu mahkemeden kurtulmuştu. Ancak Padişah ve kamuoyu nezdinde yediği darbe oldukça ağırdı.

ÖNCE ZINDIK DEDİLER SONRA HIRSIZLIKLA İTHAM ETTİLER

Bu mahkemeden sonra ilginç bir gelişme daha oldu.

Merhum Sinan Paşanın kardeşi Ahmet Paşa tarafından yazılan iki şikâyet mektubu arka arkaya saraya ulaştı.

Mektupta, Sinan Paşadan geriye yüzlerce ciltlik el yazması eser kaldığı, ancak bu eserlerin merhumun terekesinden çıkmadığı, kitapların öğrencisi Molla Lütfi Efendi tarafından çalındığından şüphe edildiği yazıyordu.

Zındıklığın ardından hırsızlıkla da itham edilen Molla Lütfi Efendi, belki asılsız olduğu kolayca anlaşılabilecek olan bu suçlamadan da kurtulabilirdi. Ancak şeriattan ümidini kesen hasımları, işi siyasete dökmüş, Molla Lütfi’nin gizli bir teşkilat kurarak Cem Sultan’ı tahta geçirmek için uğraştığını yaymaya başlamışlardı. Cem Sultan meselesi Sultan II. Beyazıt’ın yumuşak karnıydı. Bu dedikodunun fısıltısı bile ölümden beterdi.

Nitekim öyle oldu. Padişah, zındıklık suçlamasıyla hüküm giydiği mahkeme dosyasını raftan indirip aceleyle idam hükmünü onayladı.

Dine ve ilme siyaset karışınca;  iddianın tetkiki akla ziyan geldi. Akan sular bir anda durdu. Ne dostluk, ne vefa... Hiçbirinin hükmü kalmadı.  Dostları ve ikbal günlerinde yol arkadaşlığı yaptığı insanlar başlarının derdine düştüler. Onu kurtarmak için parmaklarını dahi kıpırdatmaya korktular.

BAŞI VURULARAK İDAM EDİLDİ

Molla Lütfi yakalanarak elleri bağlı bir vaziyette Sultanahmet Meydanına kadar yaya götürüldü. İdam edileceğini duyan halk, geçtiği yol üzerinde yığınlar halinde dizilmişti. İdamından ziyade zındıklık töhmetiyle suçlanmasını hazmedemiyordu.  Yolda sürekli olarak yüksek sesle şehadet getiriyor ve şöyle bağırıyordu:

 “İmanıma şahit olun. Ben zındık değilim... Yarın Cenab-ı Hakkın huzurunda şahit olun...”

Molla Lütfi, 23 Ocak 1495 günü Sultanahmet’teki At Meydanında, Yılanlı Sütun ve Dikili Taşın hemen karşısındaki çukur çeşme önünde başı vurularak idam edildi.

Molla Lütfi’nin idamı anında sesini çıkarmaya korkanlar, bu olaydan yıllar sonra konuşmaya başlamış ve ondan “şehit” diye söz etmişlerdir. Bunlardan biri büyük âlim İbni Kemal’dir.

Maktulün Hemşerisi ve öğrencisi olan İbni Kemal, hocasına hayattayken gösteremediği vefayı yıllar sonra dile getirmiş ve Yavuz Sultan Selim’in konuyla ilgili sorusu üzerine şöyle demiştir:

“Doğru inançlı, büyük bir âlimdi. Gayret-i akran belasına uğrayıp, şehit edildi...”

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat