Meclisin ateşle imtihanı
- GİRİŞ09.02.2025 09:15
- GÜNCELLEME09.02.2025 09:15
23 Aralık 1876 sabahı İstanbul tarihi bir güne uyandı.
Cağaloğlu yokuşunda bulunan ve Bâb-ı âli olarak bilinen hükümet binasının önündeki meydana bir kürsü kuruldu. Kanun-u Esasinin ilan edildiğini açıklayan bir bildiri okundu. Ardından 101 pare top atışı yapılıp cümle âleme duyuruldu.
Böylece altı asırlık imparatorluk anayasalı, parlamentolu yeni bir döneme girdi.
Osmanlının bu ilk ve aynı zamanda son anayasasına göre; “Meclis-i Umumi” adı verilen yasama organı, ikili bir yapıya sahip olacak, bir tarafta “Meclis-i mebusan”, diğer tarafta “Meclis-i ayan” bulunacaktı.
Meclis-i mebusan, her 50.000 erkeğe bir mebus düşecek şekilde ülkenin 30 yaş üstü erkek vatandaşları arasından seçimle belirlenecek, bunun üçte bir çoğunluğuna sahip Meclis-i ayan bizzat padişah tarafından atanacaktı.
Seçimler oldu, atamalar yapıldı. 69’u Müslüman, 46’sı gayrimüslim 115 mebusla 30 ayan başkentte toplandı. 31 Mart 1877 günü Dolmabahçe Sarayında Sultan II. Abdülhamit’in de katıldığı açılış nutkuyla çalışmalarına başladı.
Milliyetçilik rüzgârlarının dünyayı savurduğu zor zamanlardı. Genç Osmanlıların başını çektiği ekip, kurtuluş reçetesine kavuşmanın heyecanını duysa da devlet yorgun, halk bezgindi.
43 yıl sürecek bir serüven başladı. Tatiller, kapatmalar, savaşlar, isyanlar, darbeler, işgaller ve sürgünlerle sınanacak zorlu bir serüvendi bu…
11 Nisan 1920 tarihine kadar sürecek bu serüvene İstanbul’da üç ayrı bina ev sahipliği yaptı.
İlk bina Ayasofya Camiinin hemen yanındaki üç katlı kagir bir yapıydı.
1845’te yapımına başlanmış, Kırım Savaşının araya girmesiyle inşaatı yarım kalmış, 1863’te tamamlanarak darülfünuna tahsis edilmişti. Kimyager Derviş Paşa ve Ahmet Vefik Paşanın da dersler verdiği binanın üniversite tarafından kullanımı ancak bir yıl sürmüş, Ayasofya cemaatinin şikâyeti üzerine önce Maliye, ardından Adliye Nezaretine verilmişti. Kanun-u Esasinin ilanıyla birlikte boşaltıldı. Siyaset tarihimizin ilk meclis binası olarak tarihi bir fonksiyon üstlendi.
1877 yılının Nisan ayıyla birlikte yasama çalışmalarına başlayıp yaklaşık bir yıl süreyle faaliyet gösterdi. “93 Harbi” olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşının başlaması üzerine 14 Şubat 1878’de Padişahın iradesiyle süresiz olarak tatil edildi.
Binanın bazı kısımlarına Adliye ve Evkaf Nezaretleri taşındı. 30 yıl sonra İkinci Meşrutiyetin ilanı ve mebus seçimlerinin yapılmasının ardından 17 Aralık 1908’de yeniden açıldı. Yenilenen üyeleriyle yasama faaliyetlerine kaldığı yerden devam etti.
Ne var ki yer darlığı had safhadaydı. Mebuslar yeni bir meclis binası yapılması yönünde hükümete baskı yapıyordu. Ancak hazinede para yoktu. Hükümet, mevcut bina ile iktifa edilmesini istiyor, sıkıntıların aşılmasıyla birlikte “milletin şanına yakışır” bir Meclis binası yapılacağını söylüyordu. Çaresiz ilk toplantı yılı burada tamamlandı.
İkinci yılın başında Mebusan Reisi Ahmet Rıza Bey, Meclis’in daha büyük ve daha ferah bir binaya taşınması için Padişah’ı ikna etti.
Yeni mekân Çırağan Sarayıydı...
Şehir merkezine uzak olması, hazinenin sıkıntıları ve Şeyhülislamın itirazına rağmen tamiratından tadilatına, suyollarının yapımından elektrik aydınlatmasına kadar ciddi para harcandı.
Yasama yılının başlangıcı olan 14 Kasım 1909 tarihinde yapılan muhteşem bir törenle hizmete açıldı.
Ne var ki vatandaş bu durumdan memnun kalmamış, homurdanmaya başlamıştı. Elli yıl öncesine kadar faaliyet gösteren bir Mevlevi tekkesinin üzerine kurulan Çırağan Sarayı lanetliydi. Sultan Abdülaziz, tekkeyi istimlak ettirip yıktırmış, 12 Mevlevi dedesinin mezarı sarayın bodrumunda kalmıştı. Onların bedduası sona ermeden ne binanın laneti biterdi ne de meclise hayır getirirdi.
Halkın inandığı bu lanet mi, yoksa sabotaj veya ihmal mi bilinmez Meclis’in buradaki ömrü uzun olmadı. Çok değil iki ay sonra 19 Ocak 1910 tarihinde sabah 5.30 civarında başlayan bir yangın kısa zamanda bütün binayı sardı. Mahsur kalan bir polis memuru ile kalorifer işçisi zorlukla kurtarıldı. Yangına hiç kimse müdahale edemedi. Binanın yapımına, tamir ve tadilatına su gibi para harcanırken yangına karşı tedbir almak kimsenin aklına gelmemişti. Söndürme teşkilatı yoktu. Birkaç kova ve kürek dışında araçlar kifayetsizdi. Deniz suyundan yararlanmaya yetecek uzunlukta bir hortum bile bulunamamıştı. Etrafı saran yüzlerce kişi çaresiz bakışlarla binanın yok oluşunu izlemişlerdi.
Oysa çok değil daha iki hafta öncesinde Bâb-ı âli’de ciddi bir yangın çıkmış, devletin en önemli kurumları olan Sadaret, Şurayı Devlet ve Dahiliye Nezaretinin önemli bir bölümü küle dönmüştü. Daha o ihmalin dumanları bile dağılmamışken yaşanan bu felaket herkesi sarstı. Sultan Reşat gözyaşlarını tutamadı, Meclis-i mebusan Reisi Ahmet Rıza Bey üzüntüsünden yatağa düştü.
Yaşanan, tarihi bir sarayın yok oluşundan çok daha vahimdi. O yangınla parlamento geleneğimizin ilk tecrübelerini içeren bütün deliller, mazbatalar, evraklar yok olmuş, saray resim koleksiyonlarının önemli bir kısmı küle dönmüştü.
Gazeteler günlerce süren yayınlar yaptılar. Kimi sabotaj dedi, kimi ihmal… Kimi Ahmet Rıza’yı suçladı, kimi Emniyet Müdürünü, kimi itfaiye teşkilatını… Raporlar, görüşmeler, tahkikatlar, soruşturmalar birbirini izledi.
İlk günlerin şoku atlatıldıktan sonra ortalığı tanıdık sözler kapladı. “Çırağan Sarayından daha güzelini yapabilecek güçteyiz,” “Meclis-i mebusan şeref ve haysiyetini toplandığı mekândan almaz” “Meclis-i mebusan sade bir dairede, kırda da içtima edebilir” beyanları birbirini izledi. Tedbir, hazırlık, gibi esas konuşulması gerekenler bir başka yangına kaldı…
Ardından, yeni parlamento binası için arayışlar başladı.
Kısa zaman sonra Çırağan Sarayına yakın bir noktada bulunan Fındıklı’daki Cemile Sultan Sarayında karar kılındı.
1859 yılında Sultan Abdülmecit’in kızı Cemile Sultan’a düğün hediyesi olarak yaptırdığı saray son varislerinden satın alınarak Meclis-i Umumiye tahsis edildi.
Burası Osmanlı parlamentosunun üçüncü ve son durağı oldu. Balkan Savaşlarını, Dünya Savaşını, Mondros Mütarekesini yaşadı. 21 Aralık 1918’de bir kez daha feshedildi.
1919 yılının Aralık ayında yapılan seçimlerin ardından 12 Ocak 1920’de son kez açıldı.
Misak-ı Milli kararlarının alındığı bu son dönem, üç ay sürdü. İngilizlerin İstanbul’u işgali üzerine parlamento basıldı. Mebusların bir kısmı Malta’ya sürgüne gönderildi. 11 Nisan 1920’de açılmamak üzere kapandı. İstanbul’un parlamenter düzene ev sahipliği sona erdi.
Tarih aktı, takvim yaprakları düştü, yıllar yılları kovaladı. Ama ne Çırağan Sarayının ne de Bâb-ı âli’nin yaşadığı akıbet değişmedi.
Ayasofya’nın yakınındaki ilk Meclis binası 1933 yılında, Fındıklı’daki üçüncü Meclis binası olan Cemile Sultan Sarayı da 1948 yılında temellerine kadar yanıp kül oldu.
Çırağan ve Cemile Sultan sarayları sonraki yıllarda yeniden yapılsa da Ayasofya’daki bina bir daha yapılamadı.
Ateşle imtihanımız ise hiç bitmedi. Bir illet gibi üzerimize yapışan ihmal ve tedbirsizlik hastalığından bir türlü kurtulamadık.
Refik Halit Karay, 1940 yılında yazdığı bir yazısında bu halimizi şöyle tanımlar:
“Sanki ilahlara kurbanlar sunan eski medeniyetler gibiyiz. Onlar nasıl insan eti, taze kurban sunarlarsa; biz de şenlik yapsın, gönül eğlendirsin diye ev kurup, yapı sunuyoruz. Onların yanışını seyretsin de bir müddet yakamızı bıraksın diye…”
Zekeriya Yıldız / Haber7
Yorumlar6