Şah-Mat, Dü-Beş
- GİRİŞ23.02.2025 09:03
- GÜNCELLEME23.02.2025 09:18
Rivayet edilir ki; Hindistan’da zamanın bilgelerinden biri, bir savaş oyunu icat eder. Eşit şartlara ve eşit güçlere sahip iki savaşçının mücadele edeceği, sabır, muhakeme ve stratejisi güçlü olanın kazanacağı bir oyundur bu…
Hint ordusunun atlar, filler, savaş arabaları ve piyadelerden oluşan bölümlerini simgeleyen “dört unsur” anlamında “catur anga” adı verilen bu oyunu, Hint Kralı çok sever ve bilgeyi ödüllendirmek ister. “Benden ne istersin?” diye sorar. O da, bir buğday tanesinden başlamak üzere oyundaki karelerinin her biri için bir öncekinin iki katı buğday talep eder.
Kral, bir bilge insana bakar bir de altmış dört kareden oluşan oyun tahtasına… Küçümseyerek dudak büker. “Bu kadar mı?” der. “Benden istediğin bir çuval buğday mı?” Ve başlarlar hesap yapmaya... Birinci kareye bir buğday, ikinci kareye iki buğday, üçüncü kareye dört buğday, dördüncü kareye sekiz buğday, beşinci kareye onaltı buğday, altıncı kareye otuz iki buğday…
Her karede buğdaylar katlanarak çoğalır. Bir müddet sonra rakamlar kâğıtlara sığmaz hale gelir. Öyle ki; daha kareler bitmeden tüm ülkenin toplam buğday üretiminin bile karşılayamayacağı bir sayıya ulaşılır.
Kral, bu muazzam oyunu icat edebilen bir insanı hafife almakla ne kadar hata ettiğini o zaman anlar...
Yine rivayet edilir ki; aynı Hint Kralı, zekâ, strateji ve matematiğin muazzam birleşimi olan bu oyunu, Pers İmparatoruna hediye olarak gönderir. Yanına da bir mektup iliştirir. Mektupta şöyle demektedir:
“Kim daha iyi bilir, kim daha çok düşünür, kim daha ilerisini görürse o kazanır. İşte hayat budur.”
Mektubu okuyan Pers İmparatoru, en zeki adamlarından biri olan vezirini yanına çağırır. Oyunu çözmesini ve aynıyla karşılık vermek üzere yeni bir oyun icat etmesini söyler.
Pers veziri, günler ve geceler boyu çalışır. Adeta zamanla yarışarak oyunu çözer. Ardından kendi oyununu icat eder. Zaman kavramından ilham alarak kurguladığı bu oyunun adı “tavla”dır.
Dört köşesi mevsimleri, pulları ayın otuz gününü, renkleri gece ve gündüzü, kapıları günün 24 saatini simgelemektedir. En önemlisi de yapılacak her hamle, aynı anda atılan iki zara bağlanmış, şans faktörü oyunun temelini oluşturmuştur.
Artık hediye sırası Pers İmparatorundadır. Gönderdiği tavlanın yanına cevabî mektubunu eklemeyi de unutmaz:
“Evet, kim daha iyi bilir, kim daha çok düşünür, kim daha ilerisini görürse o kazanır, ama biraz da şans gerekir. İşte hayat budur…”
..........
Böyle bir hediyeleşme veya mektuplaşma gerçekten oldu mu bilmiyoruz. Ancak her iki oyunun terimleri, figürleri ve binlerce yıla uzanan geçmişi düşünüldüğünde tümüyle hayaldir de diyemeyiz.
Hint’ten Çin’e, Pers’ten Roma’ya, Mısır’dan Anadolu’ya en eski yazıtlarda bile varlıklarına rastlanır. Doğudan Batıya birçok ülke sahiplense de kesin olan görüş Doğu medeniyetine ait olduklarıdır. Bunu destekleyen sayısız bilgi, rivayet, hikâye, efsane ve işaret bulunmaktadır.
Hint dilinde “catur anga” olarak doğan, Farsçaya “çet-reng” olarak geçen ve zamanla “satranç”a dönüşen oyunun, Perslerden Araplara oradan da Batıya ulaştığı kabul edilir. Tavlanın yolculuğu ise daha çok Haçlı seferleri esnasında olur.
İslam tarihinde sahabe ve tabiinden birçoklarının satranç oynadığı, Halife Harun Reşit’in çok iyi bir satranç ustası olduğu, büyük âlimlerden El-Kindi’nin satranç oynamayı sevdiği, hatta bunun için kendisine reddiye yazanları cahillikle suçladığı kaynaklarda geçmektedir.
Sonsuz kombinasyonu ve strateji içeren özelliği ile bir oyundan ziyade savaş taktiği olarak görülmesi devlet adamları tarafından sevilmesini sağlamış, Selçuklu Veziri Nizâmülmülk, Siyasetname’sinde satrançtan bahsetmiş, “Sultan’la dostluk yapacak kişilerin iyi derecede satranç bilmesi” gerektiğini söylemiştir. Bir kazıda XI. Yüzyıla ait fildişinden yapılma satranç takımı bulunmuş, buna “Selçuklu Satrancı” denmiştir.
Satrancı siyaset oyununun gölgesi olarak gören Mevlana, bu oyunda sıradan insanların rolünü şöyle tanımlamıştır:
“Padişah satranç oyunundaki piyade gibi haneden haneye sürüyor bizi; acaba kazandı mı, mat oldu mu? Çünkü sınanan biziz.”
Doğu kültürünün ürünü olan satranç Batıya geçtikten sonra hızla yaygınlaşmış, bu durum İslam kültürünün istilası olarak görülmüş, 1061 yılında kilise tarafından yasaklanıp oynayanlar aforoz edilmiştir. Yasak, ancak dört asır sonra figürlerin değiştirilmesiyle aşılabilmiştir. Vezir yerine kraliçe, filler yerine papazlar ve atlar yerine şövalyeler konularak aforoz edilme gerekçesi ortadan kaldırılmıştır.
Eski kaynaklarda “Kralların Oyunu” olarak tanımlanan satranca Osmanlı dönemini anlatan eserlerde de sıkça rastlanır. Fatih’ten Yavuz’a, Kanuni’den Cem Sultan’a, IV. Murat’tan III. Ahmet’e birçok Osmanlı Padişahının satranç oynadığına ilişkin bilgiler vardır. Aynı şekilde Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün de çok iyi santranç oynadığı söylenir.
Özellikle Yavuz Sultan Selim’in henüz Trabzon’da şehzade iken derviş kılığına bürünerek İran’a gittiği ve Şah İsmail’le satranç oynadığı iddia edilir.
Bahtsız şehzade Cem Sultan’ın da satrancı çok iyi bildiği, gerçek hayattaki hamleleri başarısızlıkla sonuçlansa da satranç tahtasında rakip tanımadığı yazılır.
Sadrazam Hafız Ahmet Paşa, 1625 yılında İran Seferine gönderilir. Dokuz aylık kuşatma sonrası Bağdat’ı düşüremeyince İstanbul’dan yardım talep eder. Bu duruma çok sinirlenen dönemin Padişahı IV. Murat, satranç terimleriyle süslediği bir gazelle ona şöyle cevap verir:
“Hafız, Bağdat’a imdâd etmeğe er yok mudur?
Bizden istimdâd edersin sende asker yok mudur?
Düşmanı mat etmeğe ferzâneyim ben der idin
Hasma karşı şimdi at oynatmaya er yok mudur?”
……………….
İnsanlığın satranca olan ilgisi asırlar geçtikçe daha çok artmış, zekâ testi yapılan turnuvaların merkezi olmuş, insan beynini geçecek bilgisayar programları yazılırken bile satrançtan faydalanılmıştır. 1997 yılında Dünya Satranç Şampiyonu Gary Kasparov’un “Deep Blue” isimli bilgisayar sistemine yenilmesi büyük yankı yapmıştır.
Satranç kadar eski bir oyun olan tavlanın gelişimi biraz daha geç olmuş, 1400’lü yıllarda ülkemizde tanınmaya başlamış, Osmanlının yükseliş dönemiyle birlikte yaygınlaşmıştır. Bu gecikmede bazı İslam ulemasının olumsuz bakış açısının etkili olduğu söylenir.
Satranca “Kralların oyunu” denilirken tavlaya da “esnafların oyunu” denmiştir. Satrançta düşmanını yenmeye çalışan şahlar, tavlada ise kısmetini toplayıp sağ salim evine götüren esnaflar temsil edilir. Zarlar kısmeti temsil eder. O gün kimin kısmeti açıksa pullarını daha erkenden evine götürür.
Zekânız açık, kısmetiniz bol olsun…
Yorumlar3