Niçin İsrail'e dur denilmiyor? Yeni dünya düzeni ve savaş konumlanmaları/konumlandırmaları
- GİRİŞ07.08.2024 09:31
- GÜNCELLEME07.08.2024 09:48
Bugün küresel düzeni ve dengeyi etkileyecek çatışmaları ve ülkelerin pozisyonlarını anlamak için zamanda bir hareket noktası belirleyip anlamlandırmaya çalışalım. İlk başta çok aşırı görülebilecek bir paradigmatik varsayımı vurgulamak istiyorum. 1989’da Berlin Duvarının yıkılışı ve 1991’de SSCB yönetiminin tasfiye kararı almasının yeni dünya düzeninin başlangıcı ve sebebi olduğu hafızalarımızda yer etmiştir. Halbuki bu olayların bir sebep olmaktan çok sonuç oldukları açıktır. Bizim iddiamız şudur ki, yeni dünya düzeni SSCB’nin tasfiyesini ve dünyanın başka bölgelerinde de farklı olayların gelişmesini tetiklemiştir ki bunlardan en önemlisi Yugoslavya’nın parçalanmasıdır. Bu dramatik ve radikal olaylar gelişir ve büyürken bölgenin farklı ülkelerinde ve dahası dünyanın farklı bölgelerinde de krizler, katliamlar, müdahaleler yaşanmıştır. Şunu ifade edelim ki, sistemik olayların analizine tahsis ettiğimiz bu yazıda olaylar içindeki milliyetlerini dinlerin, kültürlerin zati değerlerini ve küresel ve bölgesel aktörlerin etik açıdan değerlendirilmesini bir başka yazıya bırakacağız. Ana hedefimiz küresel sistemde oluşan yeni düzeni, barış dengeleri ve gelecekteki savaşlara yönelik konumlandırmaları anlamaya çalışmaktır. Zira bu yeni oluşturulan denge ve düzen gelecekteki birçok yerel veya bölgesel aktörü işlevsellik , etkinlik ve baskınlık açısından belirleyecektir.
1990’lı yıllara gelindiğinde hala Soğuk Savaş döneminin ölçüleriyle bölümlemiş bir dünya haritası var ise de arka planda dünya nüfusunun çoğu için sonuçları henüz tam bilinmeyen devrimler gerçekleşmektedir. Bunların en başında bilişim teknolojilerindeki devrimler yer almaktadır. Bilişim devrimleri sayesinde dünya üzerindeki sınırlar kolaylıkla aşılmaya başlandığı için devletlerin bireyler ve toplumlar üzerindeki etkileri de zayıflamaya başlamıştır. Bir yandan rıza üretimi ihtiyacı en üst seviyeye çıkarken, diğer yandan da bilişim devrimlerini ve içeriklerini yaratan güçler açısından rıza manipülasyonu yeteneği de aynı oranda üst seviyelere çıkmıştır. Diğer yandan, dünya üretim kapasitesinin tasarım ve pazarlama zirveleri tekelleşmiş, sadece taşeron üretim periferideki taşeron ülkelere veya bölgelere dağıtılmıştır. Patent ve kritik organizasyonlar belli kapitalist merkezlerde yoğunlaşmıştır.
Bu ana eksen üzerindeki gelişmeler dünya düzenindeki bazı büyük ülkeleri parçalama, bazılarını birleştirme, velhasıl yeni bir düzen kurma imkanını ve gerekliliğini doğurmuştur. Nitekim, son on yirmi yıl öncesinden SSCB sisteminde görülen ekonomik ve sosyal sorunlar da kaldıraç olarak kullanılarak yeni düzenin oluşması aşamasında bu büyük sistemin tasfiyesi sonucu doğmuştur.
Bir sistemik devrim ve değişim gerçekleştiğinde iki ana eksen üzerinde inşa yapıldığını söyleyebiliriz (Bu yazıda bu tür köşeli ve diğer başka detayları ihmal eden yaklaşımları yazdırmamak gerekiyor. Başa detaylar yok demiyoruz, sadece ana hareket noktasını belirlemeye çalışıyoruz. Detaylar ayrıca işlenebilir). İki ana eksenin birincisi, düzenin merkez ve periferisini bütünlüklü inşa etmektir. Mesela bu yazı çerçevesinde bilişim teknolojilerinin tekelleşmesi, yüksek teknoloji şirketlerinin yeni düzenin kurucu başkentlerinde yoğunlaştırılması; askeri ittifakların konsolide edilmesi ile ekonomik ve siyasi birliklerin inşası birinci aşamayı içermektedir. İkinci aşama ise bütün bu kapsamlı inşa edilen düzenin savunmasını, gelecekteki savaşlarda başarıyı tetikleyecek konumlandırmayı, vb konuları içermektedir. İlk aşamaya ilişkin olarak, sivil, sosyal, ekonomik, finansal, vb alanlarda faaliyet gösteren BM Ajanslarını ve küresel güvenlik kararlarını alan BM Güvenlik Konseyini vurguladıktan sonra küresel liberalizasyonu içeren Dünya Ticaret Örgütü ve GATT görüşmelerini ve küresel tek devlet fikrini taşımaya çalışan BM yapısını; kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşmasını; Avrupa Birliğini, Avrupa Konseyini, daha alt başlıklar olarak Batı Afrika Ekonomik Birliğini, vs verebiliriz. Askeri alanda ise ilk aşamada sadece Anglo-Sakson müttefikleri kapsayan UKUSA antlaşmasını, NATO’yu, bir de anlaşma gerektirmeyen askeri ortaklıkları (En başta geleni İsrail, ABD ve İngiltere üçgenidir) sayabiliriz. Bilindiği üzere her iki büyük dünya savaşında ve bu iki savaştan önceki dünya savaşı provası denilebilecek Holllanda- İngiltere ve İngiltere - Fransa küresel savaşlarında büyük güçler savaşı domine etmişler, dünyanın ilgili bölgelerindeki devletler ise tarafsız kalsalar bile bir şekilde ana güçlerin müttefiki, hedefi, zarar göreni, vs. olmuşlardır. BM dışındaki ittifaklar üzerinde durmamızın nedeni, BM bünyesinde karar alınması zorlaştığında askeri müdahalelerin diğer dar çerçeveli ittifaklardan geliyor oluşudur.
Küresel askeri ittifakların en etkili, sıkı ve hiyerarşik yarısı olanı elbette NATO’dur. İkinci Dünya Savaşında neredeyse ABD ordusu tarafından işgal edilen Batı Avrupa savaş sonrası NATO üzerinden ABD'ye bağımlılığını sürdürmüştür. Sadece Avrupa değil, tüm dünyada Savaş sonrası 585 ABD üssünün bulunduğunu vurgulamamız gerekir. Sovyet Kızıl Ordusu tarafından işgal edilen Orta ve Doğu Avrupa ise 1990’lara kadar Varşova Paktı üzerinden SSCB’ne bağlı kalmıştır.
NATO’nun 32 üye ülkesinden 12’si kurucu ülkedir. Yunanistan ve Türkiye 1952’de; Batı Almanya 1955 ve İspanya 1982’de NATO’ya katılmışlardır. 1989 sonrası iki Almanya’nın birleşmesiyle Doğu Almanya toprakları da NATO’ya eklenmiş; Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya 1999’da; Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya 2004’te; Arnavutluk ve Hırvatistan 2009’da; Karadağ 2017’de; Kuzey Makedonya 2020’de; Finlandiya 2023 ve İsveç 2024’te NATO üyesi olmuşlardır. 2024 Mart itibariyle Bosna Hersek, Gürcistan ve Ukrayna NATO’ya üyelik isteklerini resmen bildirmişlerdir. Bu ülkelere ilişkin kararlar 2008 ve 2010 yıllarında alınmıştır. Görüldüğü üzere 1990 sonrası NATO neredeyse eski SSCB uydusu olan veya tarafsızlık statüsünde bulunan ülkelerin çoğunu şemsiyesi altında toplamıştır. Bu genişleme ve müdahale sürecinin devam edeceğini söylemek abartı olmayacaktır.
NATO askeri ittifakının neredeyse altında ise önce bir ekonomik proje daha sonra da siyasi proje olarak Avrupa Birliği süreci işlemiştir. 2. Dünya Savaşı sonrasında 1951’de 6 üyeden oluşan Avrupa Kömür ve Çelik Birliği olarak başlayan proje, zaman içerisinde 27 üyeden oluşan bir birlik halini almıştır. NATO’nun genişlemesi veya NATO hedefleriyle uyumlu gelişen birlik her ne kadar dağılacak söylentileri varsa da halen dünyanın standartları genel anlamda en fazla gelişmiş bir bölgesi olarak varlığını devam ettirmektedir.
Günümüzde bu Birliklerin, Anlaşmaların ve ittifakların son yıllarda yenilendiğini görmek şaşırtıcı değildir. Zira küresel sistemde yeni riskler, yeni oluşumlar çerçevesinde her güç odağı birtakım önlemler almaya devam etmektedir. Bu kapsamda, 2012 yılında Anglo-Sakson kampı UKUSA antlaşmasını yenilemiştir (AUKUS). Ayrıca, Japonya bölgesindeki ABD donanması ve askeri birliklerinin lojistiğini karşılama kararını parlamentosundan geçirmiştir. Bunun yanında Çin’in yükselmesi riskine karşı Hindistan ile ayrıcalıklı askeri ilişkiler tesis edilmiştir ki, Hindistan’ın nükleer kulübün hoşgörüyle karşıladığı kuralcılık bir nükleer güç olması ile Rusya’dan temin ettiği S-400 füzelerinin de sorun edilmemesi en belirgin konulardandır. Ayrıca Çin’de yer alan bazı taşeron üretimlerin Vietnam gibi ülkeler yanında Hindistan’a da kaydırılması bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Sistemik yapılanmanın İkinci aşamasının bütün bu kapsamlı inşa edilen düzenin savunmasını, gelecekteki savaşlarda başarıyı tetikleyecek konumlandırmayı, vb konuları içerdiğini ifade etmiştik. Özet olarak ifade etmek gerekirse, NATO askeri ittifakı içerisinde bile var olan bilgi hiyerarşisini ön sıraya koymalıyız. Şöyle ki, kritik askeri teknolojilerin paylaşımı münhasıran Anglo-Sakson üyelere tahsis edilmiştir. Bilişim teknolojilerindeki ABD yoğunlaşması askeri teknolojiler alanında daha fazla geçerlidir. ABD hem kendisi dünyanın en büyük askeri gücüdür, hem de dünyaya silah ve ekipman temininde neredeyse yegâne üretim gücüdür. Bunun yanında, ABD gücü ve çevresindeki Anglo Sakson ittifakı, bunların üçüncü kuşağı diyebileceğimiz Batı askeri kampı ve Japonya gibi Batılı olmayan müttefikler, son kuşakta da dünyanın geri kalan devletlerinden oluşan ittifaklar zinciri bir sistem oluşturmaktadır.
Ancak, ittifak sistemi bölgelerinde de Primum İnter Pares’in (Eşitler Arasında Birinci Güç) stratejileri, hedefleri planlama ve konuşlandırmaları önemlidir. Bu bağlamda baktığımızda, özellikle Soğuk Savaşın bitimine doğru Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslarda yaşanan krizler ve bu krizler nedeniyle bölgeye yapılan ABD veya NATO yığınağını düşünebiliriz. Aynı şekilde silahlanma çerçevesinde kritik silah ve araçların ve platformların temininde müttefikler içinde yine ABD üretiminin tercih edilmesi benzeri bir durumdur ki, Fransa’nın Avustralya ile imzaladığı devasa denizaltı modernizasyon ve satın alma projesinin ABD zoruyla bozulmasını en önemli örnek olarak verebiliriz.
ABD Pasifik’teki tüm güçleri Çin’in çevrelenmesi amacıyla organize ettiği gibi Avrupa ve Balkanlar’da hatta Afrika ve Akdeniz’de devasa üsler ve füze rampaları kurmaktadır. Bu bağlamda; Romanya’da Köstence limanına yakın olarak inşa edilecek 10.000 askeri operasyoneli barındıracak NATO üssü, Mihail Kogalniceau Hava limanında konuşlandırılmış Özel Amerikan Challenger 650 Artemis Gözetleme uçak filosu, bu ülkeye yerleştirilmesi planlanan orta menzilli nükleer başlık taşıyan füze rampaları dikkati çekmektedir. Keza Üsküp Havalimanı Balkanlar’da savaşta kullanılabilecek devasa büyüklükte bir sefer üssüdür. Dünya genelinde bulunan 800 civarındaki askeri üstlerinden 4 tanesi Bulgaristan’da, Dedeağaç hariç 1 tanesi Yunanistan’da , 1 tanesi Kosova’da bulunmaktadır. Ayrıca dünyada en fazla Amerikan üssünün bulunduğu ülke olan sadece Almanya’da 87 üssü bulunmaktadır. 2. Sırada olan Japonya’da 64, 3.sırada Güney Kore’de 29, 4. Sırada İtalya'da 29 ve 5. Sıradaki İngiltere’de 16 ABD üssü bulunmaktadır. 800 civarındaki üssün yıllık maliyetinin 200 milyar dolar olduğu tahmin edilmektedir. Ancak, bu maliyetin tamamının ABD tarafından karşılandığını söylemek naiflik olacaktır. Özellikle Japonya, Güney Kore gibi finansör ülkelerin yanında eskiden beri Almanya ve İtalya'nın ekonomik katkılarını düşünmek gerekir. Ayrıca son otuz yıldır Ortadoğu ve periferisinde yürütülen operasyonların giderlerini büyük ölçüde petrol zengini Arap ülkeleri karşılamaktadır. Bu durum bize küresel düzlemde büyük bir savaş kompleksinin ve faaliyetinin sistemik organizasyonunu göstermektedir. Bu sistemik hamlelere karşı Çin ve Rusya ikilisinden tam da senkronize olmamış münferit, sınırlı ve görece hamleler gelmektedir. Ancak, ikinci sınıf hamleler henüz sistemi değiştirmeye yeterli değildirler.
Bütün bu son paragrafa kadar ifade ettiklerim bugün itibariyle İsrail’i açıkça destekleyen ABD, Anglo Sakson ülkeleri veya NATO güzellemesi yapmayı amaçlamamaktadır. Aksine, bu yapılanmanın (mesela 1980 tarihli CIA belgesine göre Türkiye’de ABD’nin kullandığı 40 üssün ve tesisin olduğu bunlardan 26’sının üs olarak kullanıldığı belirtilmiştir.) büyük bir risk içerdiğini, karşı hamlelerin sistemik, stratejik, yapısal ve rasyonel olmaları gerektiğini ifade etmek murat edilmektedir. Kaldı ki, NATO’nun en son zirvede aldığı Ürdün’de bir ofis açma kararı da ilginçtir. Vakıa Ürdün ne yazık ki, CIA operasyonları için bir anlamda güvenli ülkedir, operasyonel merkezdir.
Bu sistemik güce erişilmediğinde “Niçin İran İsrail’e karşı söylemde yüksek; eylemde zayıf bir tutum sergiliyor?” sorusunu daha çok sormak “kader” gibi duruyor. Aynı cümlede İran’ın yerine Türkiye’yi veya başka bir devleti de koyabiliriz. Vakıa hep aklımda olan bir düşünceyi de paylaşmak istiyorum: Acaba İsrail’in bu saldırıları ile küresel sistemin stratejik yönelimi arasında bir illiyet bağı var mıdır? Bu da çözümlenecek ciddi bir sorudur kuşkusuz.
Son olarak, sunduğum küresel sistemin panoramasına ek olarak, İsrail’in özel durumuna da dikkat çekmek istiyorum. İsrail dünyadaki büyük devletlerindeki güçlü diasporası yanında Ortadoğu ve Kafkasya ülkelerinde ciddi bir istihbarat ağına sahiptir. Özellikle 1990’lı yollardan sonra İran ve Türk Cumhuriyetleri içindeki angajman ve güvenli imkanlar yaratma çabaları bugün itibariyle meyve vermeye başlamıştır. Zaten bu ülkelerde geleneksel olarak sayıca çok az ancak servet ve etkinlik bakımından çok güçlü küçük diasporalar vardı. Bu yazılara paralel olarak güncel ve operasyonel üsler ve güvenli yuvalar kurulmuşsa benzemektedir. Mesela Azerbaycan’da İsrail hava kuvvetlerine bir üs verilmiştir. 1992’den bugüne gelişen başarılı bir askeri iş birliği vardır. İsrail Azerbaycan petrolünün ikinci büyük ithalatçısıdır. Son 20 yola baktığımızda İsrail Azerbaycan’a silah ihracatında Rusya’dan sonra ikinci sıradadır. Son beş yola baktığımızda ise Rusya’nın iki katı oranla 1. sıradadır. Unutmayalım ki İsrail’den tedarik edilen silahlar oyun değiştirici silahlardır. Karabağ Savaşında etkinlikle kullanılmışlardır. Diğer yandan, deniz kuvvetleri küçük tonajda olsa da etkin silah donanımına sahiptir. Ayrıca elinde 500 civarında nükleer başlık olduğu tahmin edilmektedir. İsrail’i rakipleri rahatlatan en önemli unsurlardan biri ise rakipleri ile ilgilidir. Rakipleri söylemde çok güçlü eylemde çok zayıftırlar; ideolojik tonun ağırlığına karşın teknik istihbarat ve askeri operasyonlara karşı donanımlı kurum ve kadrolara tam olarak sahip değildirler; daha garip olan da şudur ki, kendi toplumlarında İsrail yanlısı aramaktan İsrail ile gerçek anlamda mücadeleye imkân ve zaman bulamamaktadırlar; yine İsrail’in rakipleri hem münferiden kendi içlerinde hem de bir devletler topluluğu olarak aynı hedefe kilitlenmiş değildirler.
Üzüntümü ve düşüncelerimi kendilerinin müzakeresine sunduğum değerli dostlarım sanırım bu konuda biraz daha etraflıca ve derinliğine düşünmek gerekiyor.
Mehmet Ali Bal - Haber7
Yorumlar30