Haberal’ın ‘sağcılığı’ sorun, ‘darbeciliği’ değil
- GİRİŞ15.04.2011 06:18
- GÜNCELLEME15.04.2011 06:18
Lapsus, Latincede “yanlış”, “hata” anlamına gelen bir sözcük... Günümüz gündelik dillerinde “dil sürçmesinden kaynaklanan yanlışları ve hataları”, psikolojide ise “bilinçaltının neden olduğu reflekssel şaşırmaları” karşılıyor. (Ekşi Sözlük’ten “diyetkolabussuzlimonsuzlutfen”e teşekkürler...)
Bense lapsus ya da dil sürçmesini, “beynin gizlemeye çalıştığını dilin fâş etmesi” diye tanımlıyorum ve kendi tanımıma vurduğumda, Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Ergenekon sanıklarının partisinden aday gösterilmelerini savunurken sarf ettiği cümleyi, siyaset dünyasında kolay kolay aşılamayacak muhteşemlikte bir lapsus olarak değerlendiriyorum: “Bunlar hayali ihracatçı, ihaleye fesat karıştıran, şu veya bu kişinin yandaşı olanlar değil. Düşünceleriyle, kalemleriyle çaba harcayan, ülkeye katkı veren insanlardır.”
Bu sözler üzerine Ahmet Altan haklı olarak şöyle yazdı (13 nisan):
“Hayali ihracat sanığı olsa Haberal’ı aday yapmayacaktı. Niye? Çünkü ‘yüz kızartıcı’ bir suçtan ‘sanık’ olan biri CHP’ye yakışmazdı. Ama ‘darbe hazırlamak, bu amaçla insanları öldürtmek, suikastlar düzenlemek, çete oluşturmak’ suçundan ‘sanık’ olan biri CHP’ye yakışırdı.
“Haberal belki suçlu değildir. Ama ‘hayali ihracattan’ sanık olsaydı suçlu olup olmadığına bakmadan onu listeye almayacaklardı. Demek ki önemli olan ‘suçlu’ olup olmaması değil, ‘sanık’ olması. ‘Darbeciliği’ yüz kızartıcı bir suç olarak görmüyor Kılıçdaroğlu. Bir siyasi partinin lideri ama kafası ‘generallerin’ kafasından milim farklı değil. Generaller de, ‘darbe sanıklarını’ resmen ziyaret etmişlerdi. Onların ‘sanık’ olduğu suçu ‘yüz kızartıcı’ bulmuyorlardı çünkü.”
Hatırlayacaksınız, Ahmet Altan Hasdal Cezaevi’ne gerçekleştirilen bu ziyaret üzerine de bir yazı yazmış, bunun, komutanların darbeciliği ?dilleri ne söylerse söylesin- suç olarak görmediklerinin kanıtı olduğunu söylemişti.
Altan’ın, iddiasını temellendirmeye çalışırken başvurduğu örnek ve akıl yürütme de şöyleydi:
“Eğer Hasdal Cezaevi’nde yatan generaller ‘zimmete para geçirmek’ suçundan sanık olsalardı, Genelkurmay Başkanı bütün Kuvvet Komutanlarıyla birlikte onları ziyarete gider miydi? Gitmezdi.”
Paralel bir örneğe ve paralel bir akıl yürütmeye, Hasdal ziyaretinden yedi-sekiz ay önce yaşanmış bir başka “vaka” üzerine ben de başvurmuş, bunu da “28 şubatta Hasdal sivillerin ziyaretine açılsa” (25 Şubat 2011) başlıklı yazımda bir daha hatırlatmıştım:
“(Ağustos 2010’daki) Askerî Şûra’da hükümet, kendisine karşı ‘kara propaganda’ yapmak üzere kurulmuş internet sitelerinin bir numaralı sorumlusu 1. Ordu Komutanı Hasan Iğsız’ın Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atanmasını veto etmişti. Ortada bir tartışma falan yoktu, Iğsız’ın sorumluluğu ‘ıslak imza’sıyla sabitti. Durum buyken askerler direndi, ‘kriz’ çıktı, fakat sonunda hükümetin dediği oldu.
“Şöyleydi sorum (ve soruya verdiğim cevabım): Hükümet, suç işlediği bizzat Genelkurmay tarafından da kabul edilen (çünkü Genelkurmay Adlî Müşavirliği, internet andıcının sahih bir belge olduğunu kabul etmişti) bir kişiyi veto ediyor... Fakat Genelkurmay, sanki böyle bir şey yokmuş gibi kararında diretiyor. Mantık çerçevesinde siz bu olayı açıklayabiliyor musunuz? Ben, askerlerin mantığı açısından olan biteni açıklanabilir buluyorum; cidden! Bence askerler, Iğsız’ın yaptığı şeyin suç olduğuna inanmıyorlar. Bunu, ‘Cumhuriyet’i koruma ve kollama’ faslından bir iş sayıyorlar. Sizi bu konuda ikna edebilmek için, olayımızdaki ‘internet andıcı’nı devreden çıkartıp, yerine başka bir ‘suç’ monte edeceğim... Şöyle düşünün: ‘Teamül’ gereği Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atanması beklenen bir orgeneral, hiç kimsenin müsamaha göstermeyeceği bir suç isnadıyla (diyelim tecavüz suçlamasıyla) mahkemeye çıkarılmış olsun. Söyleyin şimdi: Bu koşullarda hükümet ‘olmaz’ dese, Genelkurmay Başkanlığı ‘teamül öyle’ deyip onun adaylığında direnir miydi?”
“Sağcı” darbe sanıklarına hayır, “solcu” darbe sanıklarına evet!
Meseleyi Kılıçdaroğlu’nun lapsusundan “solcu” CHP’lilere ve kabaca yüzde 20’lik “çağdaş-laik-kentli” kemikleşmiş CHP tabanına kaydırdığımızda da aynı sonuçla (ve sorunla) karşılaşıyoruz.
Dikkat edin, Mehmet Haberal ve Sinan Aygün’ün bir darbe davasından yargılanıyor olmasına itiraz edilmiyor bu kesimde... İtiraz, onların “sağcılıklarına...” Ya da: “Sağcı” darbe sanıklarına hayır, “solcu” darbe sanıklarına (Mustafa Balbay) evet!
Böylece bir kez daha anlıyoruz ki, darbeci (Ergenekoncu) zihniyet, “yaşam tarzı ilericiliği”nin doldurduğu geniş alanda bütün canlılığıyla varlığını sürdürmektedir. Ben, ikide bir tekrar ettiğim “28 Şubat’ın bir ‘başarı öyküsü’ olduğunu” işte bu tabloya bakarak öne sürüyor; 28 Şubat’ın, “askerî ruhun ‘sivil’de yeniden bedenlendiği bir reenkarnasyon vakası” olduğunu her 28 şubatta ve bu tezime katkı sunan her somut gelişmede anlatmaya çalışıyorum...
Ergenekon sanıklarının CHP’ye katılımlarında ortaya serilen “seçici” tavrı, bu çerçevedeki uyarım için yeni bir fırsat olarak görüyorum. İşte bu çerçevede daha önce söylediklerimin kısa bir özeti:
28 Şubat’ın “günümüzdeki hali”ne bakıp, onun bırakın 1000 yılı, 10 yıl bile dayanamayıp havlu attığı konusundaki fikirlere katılmıyorum. Bence 28 Şubat, “sivil”de yeniden bedenlenen militarist bir ruh olarak varlığını sürdürüyor. Hatta, “28 Şubat ruhu”nun, geniş sivil kesimlere sirayet etmiş haliyle belki yola çıkıldığı andakinden bile daha tehlikeli hale geldiğini düşünüyorum.
28 Şubat’ın asıl büyük başarısı, sadece üniformanın ve silahın gücüne dayanan “modern” darbelerin ömrünü tamamladığını çaresizce kabul eden bir kadronun, yeni ve etkili bir yöntemle “modernliğin sıkıntısı”nı aşma becerisini göstermesi değil midir? 28 Şubat’ın asıl entrikası “silahsız kuvvetler”i manipüle (ve mobilize) etmek değil midir?
İrtica korkusuyla siyaseten alıklaştırılmış kalabalıkların “demokratik” eylemini kendi otoriter amaçlarının doğrultusunda kullanma becerisi: 28 Şubatçıların asıl başarısı budur...
Liberallerin ve demokratların CHP eleştirisindeki problem
Öte yandan, bu zihniyeti taşıyan milyonlarca insanı eleştiriden âzade tutup, bütün eleştiriyi onların politik temsilcilerine yöneltmeyi de problemli görüyorum ben.
“Kitleler”e ve onların fikirlerine hiç dokunmayıp, onların oy verdiği liderleri ve partileri kıyasıya eleştirmenin ahlaken problemli bir pozisyon olduğu, sanırım izahtan varestedir... Öte yandan böyle bir pozisyon ?kitlelerin etkileme gücünü hesaba katmayıp, liderlerden ve partilerden olmayacak beklentiler içine girdiği ölçüde- siyaseten de problemlidir.
Bu problem, CHP örneğinde (de) işin kolayına kaçıp liderlik ve yönetim eleştirisiyle yetinmekte, problemin asıl kaynağı olan “taban”ı eleştiriden muaf tutmaktadır. Oysa, hep söylediğim gibi, CHP’nin değişmesini samimi olarak isteyen herkesin, eleştirilerini öncelikle bu partinin tabanına yöneltmesi gerektiğini düşünüyorum. CHP’de mesele “tavan”dan çok, “taban...”
Elbette ki bu vurgu, “tavan”ın sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Bir partinin liderliği, partiyi gerçekten de bir yere götürmek istiyorsa ve fakat bu arzusu tabandaki eğilimlere çarpıyorsa, o partinin liderliğinin en önemli görevlerinden biri de kendi tabanını değiştirmeye çalışmak olmalıdır.
CHP’de gördüğümüz şudur: Taban değişime karşı direniyor, tavan ise bu direnç karşısında geriliyor ve onunla uzlaşma yoluna gidiyor.
Gördüğünüz gibi bu yazı, Ergenekon sanıklarının adaylıkları vesilesiyle, darbeci (Ergenekoncu) zihniyetin CHP’nin geniş bünyesindeki yansımaları üzerine bir yazı oldu.
Fakat “zihniyet”in yanı sıra meselenin bir de “kriminal” yanı var, yani “teşkilat”la ilgili yanı... Orada da soru şu: Ne oldu, nasıl oldu da bu sonuç gerçekleşti?
Bu soruyu soruyorum, çünkü ben de Mithat Sancar’ın geçtiğimiz günlerde Açık Radyo’da söylediği gibi bunun “çirkin bir uzlaşma”nın ürünü olduğu kanaatindeyim.
İşin bu yanını da salı günkü yazımda ele alacağım.
Alper Görmüş - Taraf
alpergormus@gmail.com
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol