Benim güzel ve yalnız Türkiyem!
- GİRİŞ30.06.2008 10:01
- GÜNCELLEME30.06.2008 10:01
Bu uzuuun masanın başında oturan, yüzü sert kaya gibi duran, yüz çizgileri ne gülmek ne de ağlamak için oynayan adamın verdiği huzursuzluk çoktan yanımızdakine kaş göz etmemize neden olabilirdi.
Çoktan bakışlarımız havada çakışmış ve aniden bu sıkıcı tımarhaneden defolup gitmek konusunda anlaşmış olurduk.
Birimizin gözleri imalı imalı kapıya bakar, tekrar gözler çakıştığında da durum netleşmiş olurdu. Sonra o uzuuuuuun masanın başında oturan suskun ve esrarengiz ev sahibine gülümseyerek döner; Ehe ehe.. çok teşekkür ederiz bu akşam için.. biz artık kalksak.. derdik. Sandalyelerimizi geriye doğru hafifçe gıcırdatırdık. Evet fazladan da sevinirdik. Bu akşam için derken Yarattığınız bu akşam duygusu için, bu karanlık içini de kastettiğimizi düşünürdük. Sevinç içinde, temiz havayı içimize doldurup şarkılar söyleyerek oradan uzaklaşırdık.
Ama öyle değil işte.
O masanın başında oturan, yüzü yarıya kadar gölgelenmiş suskun adamın Yaşama odası değil burası. Burası bizim ülkemiz! Memleketimiz!
Ceketlerimizi, atkılarımızı alıp gidebileceğimiz bir yer yok. Bir kapısı, kilidi, anahtarı yok buranın. Bir sokağı, başka bir yere doğru uzanan bir yolu, bir balkonu yok. Ege Denizi bu odanın önündeki bir cadde değil. İran bu Yaşama odasının arka bahçesine açılan bir kaçış kapısı değil. Suriye bir yangın merdiveni değil. Buradan çıkmamızın bir yolu yok! Buradan gitmemizin bir yolu yok. Ama bir şeyin daha bir yolu yok: Bu, duvardaki bir çiviye asılmış torba gibi asık surata, ruh sağlığımızı koruyarak uzun süre bakabilmemizin DE bir yolu yok!
Ve biliyor musunuz, donmuş, neredeyse yosun bağlamış o suratın kim olduğunu?
Biliyor musunuz Yaşam odamızın tek ve büyük masasını dev vücuduyla iki tarafa ayıran adamın kim olduğunu?
Dili az kelimeden yapılmış, vücudunun yüzde yetmişi su; geri kalanı da çimento ve çakıldan inşa edilmiş, nefesi kalp yetmezliğinden morarmış, beyni müziksiz, havasız ve şiirsiz bir bodrum katı gibi nemli, yosun bağlamış adam o!
Nehrin ortasında kazık gibi dikiliyor bu adam ve coşkumuzun suyunu varlığıyla ikiye ayırıyor.
Sabitliğiyle, durukluğuyla ikiye ayırıyor.
Bir evin misafir odası filan olsaydı burası. Ya da İngilizlerin deyişiyle evin Yaşam odası olsaydı. Kalkıp ceketlerimizi alır çıkardık.
Memleketimizin sevinç suyu ne kadar hızlanırsa, o kadar çabuk ikiye ayrılarak akıyor onların sayesinde. İkiye ayrılarak akan suyun canı yanmıyor mu sanıyorsunuz? Coşkumuza, sevincimize, huzurumuza karışan bu kan kokusu nereden geliyor peki?
Başbakana; Milli maçtaki gibiyiz. Son nefesimize kadar direnip maçı alacağız! cümlesini ettiren, işte o yaratık!
Deniz Baykala; Milli maçtaki gibiyiz. Yenilmediğimizi anlayacaklar. Son dakikalarını yaşıyorlar! diye yumurta yumurtlattıran, işte o yaratık!
Milli sevincimiz bile (ki Milli ve Ulusal diye ikiye ayrılır ve neredeyse ikisinin de ayrı ayrı marşları vardır!) çekilip ikiye ayrılmadan yerleşemiyor kalplerimize.
Futbol topu kadar yumuşak hatlara sahip, köşesiz ve nötr bir nesnenin bile kolayca taraflara ayırabildiği bir Yaşam odası masasının etrafında oturmuş susuyoruz. Ve biraz akıllı ve vicdanlı herkesin başı önünde. Ellerinin arasında. Düşünüyorlar. Bize neden ve nasıl çok görülebiliyor yaşam? Biz bu kadar köklerinden biri o tarafa biri bu tarafa gitmiş bir kültür müyüz gerçekten? Biz, kökleri toprağın altında birbirine karışmış bir ağacın çocukları değil miyiz? Biz, hafızasız bir kültür müyüz? Biz vahşi miyiz?
Bakar mısınız! Adam hiç istifini bozmadan orada oturuyor hala. Ellerinden biri bomboş kafasının gölgede kalan kısmını kaşıyor, öbürü de göbeğini. Ama hiç konuşmuyor. Hiç. HİÇ!
Yorumlar1