Ah maşuk ne yaptın sen!

  • GİRİŞ25.07.2008 10:44
  • GÜNCELLEME25.07.2008 10:44
Binlerce ölümün, trajedinin, katliamın 13 yıllık korkunç hikâyesiydi Srebrenica. Ama dönünce karşılaştığım bir ölüm, yakınımdaki bir ölüm, beni içimden yakaladı ve ondan başka bir şey yazamam.
Maşuk, zaman zaman burada andığımız Tophane’deki Asude’nin yeni sahibiydi. Yaşı benden küçüktü. Mekânı devraldığı günün akşamı hayırlı olsun demiş, destek sözü vermiştik. Mutlu olmuştu. Dudak uçları hep mandalla kulak memelerine tutturulmuş gibiydi Maşuk. Somurtkan hiçbir fotoğrafı yok zihnimde. Hele o uzun yaz günlerinin yorgun akşamlarında kendimi Asude’nin önündeki rahat koltuklardan birine bıraktığımda önümde belirip, öyle “Bey”li meyli istek-arzu sorgularına başlaması içimi ısıtıyordu. “Selahattin Bey” kısmını asla alamadım ağzından. Ben de çareyi, bu “Bey” kısmını zihnimde parodileştirerek, şakalaştırarak yüzüne vuruyordum onun. Hiç değiştirmedi ama. Ne zarif bir çocuktu Maşuk! Ne kalender bir çocuktu. Evimizin sahibiydi. En son, Asude’yi devraldığında, koltukların kaldırıldığını gördüğüm bir akşam sitem ettim. “Maşuk” dedim, “bu koltuklar benim evimdi. Hayatımın merkeziydi. Bunu nasıl yaparsın!” Maşuk telaşlandı. Daha yenilerini, daha iyilerini yaptırdığını, bir haftaya kadar getireceğini söyledi. Anlaştık. Meselenin tatlıya bağlanmasıyla, geniş gülümsemesi yine yayıldı yüzüne. “İçecek bir şeyler ister miymişim?” Şaka olsun diye; “Tadı yok artık Maşuk” dedim, “ben koltuğumu istiyorum” Maşuk’un esprileri hep ölçülüydü ve zihni hep mizahla yol alırdı: “Selahattin Bey’e sakinleştirici bir çay ve orta kahve..” filan gibi bir şeyler söylendi garsonlarına..
Geçen Salı günü kaybettik Maşuk’u. Asude’nin otopark sorumlusu Fatih aradı. Yüzerken boğulmuş Maşuk. İnanamadım. O kadar tedbirli, o kadar olgun, o kadar güngörmüş Maşuk, bunu nasıl becermişti! Bunu nasıl yapmış olabilirdi ki? Ama acı, hüzün, yas, yavaş yavaş oturdu içime ve idrak etmeye başladım sonra.
Ne çok ölüm gördüm son zamanlarda. Srebrenica’da, 13 yıllık kemiklerin DNA testlerinden sonra biriktirildiği kutuların “Tabut” niyetine omuzlandığı sahnelerin travmasını zaten atlatamamıştım. Onların hafif, insanların neredeyse parmak uçlarında taşıyabilecekleri kadar hafif olmalarının içimde yarattığı “ağırlığa” henüz alışamamıştım. Üç yüz yedi “yalancı” tabutun (ve ‘gerçek’ trajedinin) kırk bin kişinin arasından yeşil ve cılız bir nehir gibi açılan mezarlara doğru kıvrılarak akışını görmüş olmanın acısına henüz alışamamıştım. Cuma namazını kılıyorduk mezar taşı denizinin hemen kıyısında. Boşnaklar’ın derin saygılarının sahibi Mustafa Çeric’in sesi mezar denizinin üzerinden ormanlara karışıyor ve Bosna’nın çelik mavisi göklerine yükseliyordu. Kırk bin kişi, korkunç bir güneşin altında, kıbleye dönmüşler ve kalplerine gömdükleri acının biraz daha katlanılabilir olması için dua ediyorlardı. Çeric, Alija İzzetbegovic’in, güçlü düşünür ve bilge siyasetçinin yolundan giden birçok arkadaşı gibi iyi bir entelektüel. Birkaç dil biliyor. Cuma hutbesini o okudu. Sessiz harfleri kulak tırmalayan; ama kelime başlarına zarifçe oturtulmuş vurgularıyla şirin bir Slavca olan Boşnakça’nın ancak bestesini anlayabiliyorum. Güfteyi hiç anlamıyorum. Ama bir arkadaşım, Bosna Genel müftüsünün, konuşmasını Alija İzzetbegovic’ten alıntılarla sürdürdüğünü söyledi: “Bize katil olmakla kurban olmak arasında bir seçim verildiğinde, tercihimizi kurban olmaktan yana kullanacağız.” “Düşmanlarımıza tek borcumuz adalettir.” Hemen yanımda, kocasıyla aynı safta duran yaşlı bir kadına ilişti gözüm. Gözyaşlarıyla ıslanmış alt dudağını ısırıyordu. Yüzü harap haldeydi. Büyük Alija’nın birçok kez şahit olduğu bir manzaraydı sanırım bu. Bu manzara karşısında içim umutla doldu. DNA testlerinin; “Oğlunuz bu!” diyerek eline birkaç kırık dökük kemik tutuşturduğu bu yaşlı kadına, bu, yüzünü ve kalbini en derin üzüntüyle Kâbe’ye çevirmiş yaşlı kadına Alija; “Onlara adaletten başka borcumuz yok!” diye bağırıyordu Çeric’in sesinden.. ve o, kuru bir otun sapıyla diğer yeşil otların başlarını okşarken hafifçe başını sallayarak, burnunu çekerek onaylıyordu.. 
Ah Maşuk! Bütün bunları, her zaman olduğu gibi senin yanına gelecek ve o köşede yine sessizce oturup, sindirmeye çalışacaktım. Ama olmadı. Bari oraya vardığında Alija’ya selam söyle bizden. O’na de ki; “Selahattin diye bir arkadaşım vardı öteki dünyada. Sana dünyanın bütün dillerinde komutanım demek istiyormuş!”
 

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat