'Düşmanlarımıza tek bir borcumuz var: Adalet!'
- GİRİŞ01.08.2008 10:23
- GÜNCELLEME01.08.2008 10:23
Başçarşı’nın Fatih zamanından kalma tek katlı, bozulmamış, nefis ahşap çatılarını önümüzde doyumsuz bir Ortaçağ panoraması olarak açmıştı penceremiz. Biz lokantanın ikinci ve son katındaydık. Bosna halkının “Milli Marşımız” diyerek bağrına bastığı şiirin yazarıyla oturuyorduk. Başka büyük şiirlerin de yazarı, daha yirmi yaşındayken Aliya İzzetbegoviç’in hücre arkadaşı olmuş, taş kırma cezasını onunla birlikte uzun yıllar çekmiş Cemalettin Latiç’le
Mülakatımız bitti. En çok merak ettiğim soruyu sona saklamıştım. Sordum: “Aliya artık yok. Eski arkadaşınızı özlüyor musunuz?” Latiç, zaten serinkanlı bir adamdı. Ama bu defa biraz uzun sürdü sükûneti. Pencereden dışarı baktı. Eski kokulu nefis ahşap çerçeveden içeriye dolan aydınlıkla matlaşan gözleri biraz nemlenmişti. Yutkundu. Anladım ki o şey susturuyor onu. Hani hepimizin gırtlağına sarılır ya bazen. Sonra zorlukla konuştu. Başını hafifçe oynatarak işaret etti. Baktım. Kiremitli çatısı yerden iki metre yukarıda duran kafeyi gördüm. Sonra bana döndü. “Orada otururduk” dedi, neredeyse fısıldayarak, “Rahmetli Aliya’yla orada otururduk. Ben henüz lise talebesiydim. Kitaplarımızı bir kenara koyar otururduk ve kahvelerimizi yudumlarken, bir gün kardeşlerimizin haklarını nasıl alacağımızı, bağımsız Bosna devletini nasıl kuracağımızı konuşurduk
” Latiç sustu. Pencereye uzanıp oraya tekrar bakmaya cesaret edemedim. Tuhaf bir sessizlik olmuştu. Sonrasını hatırlamıyorum.
Sonraki gün, Boşnaklar’ın son yıllardaki iyi yazarlarından İsnam Taljic’le bir görüşmem vardı. Aynı yeri seçtim. Bu sefer ahşap balkondaydık. Taljic’in gözlerinde bir kaybolmuşluk vardı. Yakamı bırakmayan bu duyguyu sorulaştırıp sordum ona da. “Doğduğu toprakların Sırp işgali altında olduğunu ve artık çocukluğunu geçirdiği yerlerin vatanı olmadığını” anlattı bana. Ve o bir soru sordu bana: “Bunu anlayabilir miydim?” Başımı salladım. O da başını sallayarak onayladı. “Evet, haklıydım. Eğer başıma gelmemiş bir şeyse, bu garip duyguyu anlayamazdım.”
Haklıydı Taljic.
Ama geri kalan yüzlerce Boşnak sanatçı ve binlerce kurban yakını da haklıydı. Ve daha da acı olan, haklı olanların sayısının bu kadar fazla olmasıydı. Bir kişinin ölümü trajikti; bin kişinin ölümü ise istatistikti. Ama bu istatistik, işte ruhlarını eziyordu onların ve genel bir ruh haleti olup çıkıyordu burada.
Ölümün bu kadar uzun sürmesi, bu kadar çok kişiyi sevmesi, bu kadar çok kişiyle kol kola girmesi, bu kadar çok renkli ve çeşitli kılıklarla hayatı ve içindeki insanları ezmiş-eziyor olması Bosna’ya tuhaf, trajik bir dip müziği olarak sinmişti. Hayat, neredeyse kastettiği şeyden bambaşka bir şey olup çıkmıştı buralarda.
Bu defa gittiğimizde de değişen pek bir şey yoktu. Bosna hala şaşkın, yoksul ve kafası karışıktı. Saraybosna Mljacka nehriyle hala ikiye bölünmüş ve sanki bununla bile yaralanabilirmiş gibi naif duruyordu. Aliya hala kabrindeydi. Özel birliklerinden komandolar, 1.80 boyumla benim bile yüzlerine ancak aşağıdan yukarıya doğru bakabildiğim delikanlılar, “Bilge Kral”larının başucunda gönüllü nöbetlerini sürdürüyorlardı. Saydım. Yedi tane papatya, ismini bilmediğim kırmızı bir çiçek ve sayısız yağmur otu vardı mezarında Aliya’nın. Çiçeklere dokunamadım. Ama otlardan birazını, bir arkadaşıma getirmek için kopardım çantama koydum. Hava rüzgârlı değildi. Ama tuhafça sakin Saraybosna göğü, yine de nefesiyle geriye kalan otları ve çiçekleri hafifçe yelpazeliyordu Aliya’nın mezarında. Aliya ise bu dünyaya artık bir daha asla bakmayacak olan tatlı mavi gözlerini, Radovan Karacic’in budalaca hazırlanmış parlamento konuşmasını dinlerken bilgece kırpıştırdığı o insan mavisi gözlerini, Milosevic ile Dayton’da masaya otururken iğrentisini belli etmemek için umudun bayrağına çevirdiği gök mavisi gözlerini, savaşçılarını denetlerken sevinci taşmasın diye kıstığı zümrüt gözlerini dikmiş, şimdi göklere, yalnızca özgür ülkesinin göklerine bakıyordu.
***
Srebrenica katliamının 13. yıldönümü için oradaydık bu defa.
Bosna’da, savaş sırasında kurulmuş, silahlara mermi, çocuklara mama taşımış, mutfaklarından elleri boş dönen yaşlı ve artık yalnız annelerin gözyaşlarını silmiş bir yüz akı kuruluşun, İHH’nın (İnsani Yardımlaşma Vakfı) davetiyle, Srebrenica trajedisini biraz daha duyurmak için gitmiştik oraya.
Saraybosna’ya iner inmez, İnsani Yardımlaşma Vakfı’nın desteklediği, orada yoksullara el uzatan, yetim çocuklara sıcak yemek ve yatak veren, yuva olan Sümeyye Vakfı’na davet edildik. 16 yıldır çalışıyor bu vakıf. Çünkü 16 yıldır Saraybosna sokaklarında aç ve sahipsiz çocuklar var. 16 yıldır örümcek ağlarını germiş Boşnak çocuklarını bekleyen uyuşturucu tacirleri, ortalıkta cirit atan kokain ajansları, çeteler, bataklık timsahları var. Vakfın başkanı, yaşlı bir hanım. Son derece zevkli giyimiyle, savaşın bile boyun eğdiremediği asil Boşnak Osmanlılığıyla Suada Koco hanım, bizleri ağırladıktan sonra kısa bir konuşma yaptı. Faaliyetlerini anlattı. Zor şartlarda çalıştıklarını; ama işin başa düştüğünü söyledi.
Sonra yola çıktık. Bu defa Gorajde’ye gidiyorduk.
Gorajde, savaşta en çok zarar gören şehirlerden biriydi. En çok katliam yapılan şehirlerdendi. Benim için ise bunların yanında bir de dünya edebiyatının en büyük şairlerinden birinin yaşadığı şehirdi. Abdullah Sidran’ın..
Göremedik Sidran’ı maalesef. Ama Nejat’ı gördük!
Nejat, gerçek bir gazi. Hala buğusu üstünde taze bir gazi o. Ama savaşın artık bittiğini birisinin söylemesi gerekiyor ona. Tek bir dakika durmuyor. “Çocuklarını” yönetiyor, mikrofonu alıp uzatıyor, yemekler için koşturuyor, hatırladığı birinin boynuna atılıp İstanbul’u soruyor, kültür merkezinin faaliyetlerini anlatıyor, nefes nefese “İHH’nın açtığı tek kültür merkezine karşılık burada oldukça iyi şartlarda faaliyet gösteren 27 misyoner kuruluşundan bahsediyor, her karşılaşma gibi bu karşılaş(tır)ma da Nejat’ın gözlerindeki inatçı ve direkten dikbaşlılığı körüklüyor, gözleri yanıyor, gözleri parlıyor, ortalıkta dönüyor, dönüyor, dönüyor, dönüyor
Kafatası en az bir kere açılmış sanırım. Nejat’ın, çılgınlığı, alnını büyük ve dikişleri olan bir deri Hilâl’le süslemeye kadar vardıracağını sanmam. Ayrıca sağ kaşının yerinde de büyükçe bir krater mevcut. Uzun, iri bedeni, at kuyruğu saçlarıyla ortalıkta döndükçe, onun sonradan öğreneceğim çetin çarpışmalar içindeki halini hayal etmeye çalışıyorum. Gorajde, etrafındaki dağlar tarafından avuç içine alınmış bir küçük Boşnak şehri. Tepelere çıkıp gördük. Ağır silahlar, tanklar ve mitralyözler, Boşnak savaşçılar tarafından alay eder gibi yeşile boyanmış. Ama haklılar. Gerçek bir yaşama sevinçleri, gerçek bir mizah duyguları var bu adamların. Nasıl mı yeşile boyanmış. Şehrin içinden yürüyüşe geçmişler. 110 km. civarında bir yolu yürüyerek vadiyi aşmışlar ve Sırplar’ı arkadan çevirerek teslim almışlar. Borudan silahlarla. Evet, tabancalarla ve derme çatma borudan silahlarla filan. Gorajde’de de delik deşik olmayan ev yok. Orada da insanları biyolojik olarak sevmeyen canlı türünün hedefi olmamış tek ev, tek bir duvar yok.
Ertesi gün kahvaltımızı yapıyoruz. Tabii Nejat yine hareket halinde. Herkesin böreğini önüne koyuyor. Ayranını da. Bu adam n’apıyor, diye düşünüyorum sabahlık gözlerimi ovuştura ovuştura. Ama, sanırım şunu unutuyorum. Benlik ve bencillik, Hz. Peygamber’in söylediği üzere, ancak böyle bir savaşta öldürülebilinir. Silahlarla yapılan savaşta değil. Nejat, sanırım bunu kestirmiş gözüne. Ve ortaya da hiperaktif bir dağ çıkıvermiş.
Nejat’a sarılıyoruz. Kırk yıllık dostumuz o. Vedalaşıyoruz. Yine görüşeceğiz.
***
Gorajde’den ayrılıyoruz ve Srebrenica yoluna sapıyoruz. Ama ne yol. Nasıl bir renktir bu ırmağın rengi? İlk defa gördüğümüz bir yeşil bu. Hasan Öztürk, Talha Öztürk, Tarık ve Mona Tufan, İsmail Kılıçarslan, Bahadır İslam ve bir otobüs dolusu insan, hayretler içinde ırmağın yol boyunca cilvelerini, işvelerini ve hepsinden daha gönül çelici olan rengini izliyoruz. Ormanlardan, kayalıkların arasından sıyrılıp ilerliyoruz. Srebrenica’ya
Yol boyunca Sırp kasabalarından geçiyoruz. Otobüsümüzü gören Sırplar, ellerini boğazlarına götürüyorlar. Kan dondurucu bir selamlaşma biçimi! Bu kadar güzel bir doğanın ortasında bu vahşi canlıların ne işleri var! İnanılır gibi değil. Bir matemi anmak için yola çıkmış insanlara; “Sizi keseceğiz!” diye işaret ediyorlar! Şehirlerdeki ışıklarda durduğumuzda, en kibar Sırp’ın tepkisi kayıtsızlık oluyor. Ama imâlı bir kayıtsızlık bu. İlginç bir sessizlik.
Yolda bir yerde duruyoruz. Şoförümüz, biraz mutlu bir şarkıyı değiştiriyor radyoda. “Bu gün cenazemiz var!” diye açıklıyor. Biraz neşelenmiş otobüsün aymaz yolcuları bizler, hemen hizaya geliyoruz. Mola yerinde indiğimizde bizi uyarıyor tekrar: “Fazla uzaklaşmayın. Yoldan çıkmayın. Mayın olabilir!” İşte o zaman, tam o anda mayının soğuk nefesini yüzümüzde hissediyoruz. Bosna toprağının altından, hiç de zambaklar gibi yavaşça değil, hiç de zambaklar gibi barışçıl değil, hiç de zambaklar gibi muştulu değil, hiç de zambaklar gibi güleç değil
birdenbire açan bu korkunç çiçeklerin nice delikanlının bacaklarını gövdesinden ayırdığını hatırlıyorum o an. Nice insanın kalbini ve ciğerlerini alıp kucağına verdiğini hatırlıyorum.
Süt dökmüş kedi gibi otobüsümüze giriyoruz. İlerliyoruz. Sonsuz güzel yeşillikler. Sonsuz güzel tabiat. Yaratıcısının, içine sonsuz güzel bir ezgi de koyduğu, sonsuz güzel vadiler
Ve Srebrenica!
Kırk veya elli bin kişi. Mustafa Ceric hutbede. Cuma namazı. Sesi dalga dalga yayılıyor ormanların üzerine. İçinde, yukarıya, başlığa da aldığım, Aliya’nın gerçekten yalnız ve gerçekten güzel halkına söylediği o sözlerin de olduğu konuşması uzayıp gidiyor. Mahşer yeri gibi bir tenhalık. Bir tuhaf sessizlik. Elli bin kişinin aynı şey için sustuğu, ses duvarını aşan bir sükût!
Ceric, halkının derinden yanmış, yıkılmış kalplerine Kuran’dan ayetler okuyarak cesaret ve metanet telkin ederek sürdürüyor konuşmasını. Hiçbir şey anlamıyorum konuşmasından. Yanımda diz çökmüş, yere bakan insanların yüzünden okumaya çalışıyorum konuşmasını. Derin yarıklarla yüzleri, aklaşmış saçlarla başları hiç kımıldamıyor insanların. Büyük bir acı, 13 yıl önce bu yüzlerin çizgilerini dondurmuş. Ceric’in konuşmasının sonuna doğru, nihayet o zaman, tanıdık bir şeye rastladım bu yüzlerde. Gözlerinden boşanan ılık dua, yüzlerinin o ana kadar hiç kımıldamamış derin çizgilerinin aralarından akarak çenelerini dönmeye ve boyunlarını ıslatmaya başlıyor. Bunu tanıyordum biraz. Bu, artık benim de anlayabileceğim bir şeydi sanırım. Bir parça teskin edilmiş korkunç acı, artık böylece benim de anlayabileceğim bir eşiğe kadar inmişti: Anlayabileceğim, ama asla anlatamayacağım bir eşiğe kadar
Bu kadar.
Sevgili Defne Er;
Döndüğümde, dergide çay içerken yazmamı istediğiniz şeyler bu kadar. Ama emin olun, burada bitmiyor hepsi. “Düşmanlarına tek borcu adalet olan” adamın ülkesinin bende bıraktığı izlenimler, içimde açtığı oyuklar, burada bitmiyor. Ama insanın derisi bir çeliğin ucuyla kaldırıldığında ne yaparsa, ben de onu yaptım. Açılan yeri anlatmaktan korktum. Tersine, onu kendim için tedavi ettim bu yazıyla. Ama yara hala içeride. Biliyorum. Ve o da tıpkı “Hakikat” gibidir. Toprağa ya da gövdeye gömülmüş olması önemsizdir: Toprağın ya da derinin altında ilerler çünkü.
Selahattin YUSUF - Aktüel
Yorumlar2